Günlük hayatın herhangi bir safhasında din kadar derin etkiler yapan başka bir sosyal kuruma rastlamak mümkün değildir. Bu, ister ilkel, ister gelişmiş olsun bütün toplumlarda böyledir. Üstelik dinin insan faaliyetlerine etkisi sadece Allah’la kul arasındaki ilişkilere indirgenemez. Aksine bu etki bütün beşerî faaliyetler için söz konusudur.
Kültürün ve medeniyetin doğuş ve yayılmasını vahye göre açıklayan dinî görüşe göre, Hz. Âdem’in ilk insan ve vahye mazhar ilk peygamber olması, ilk kültürün de vahye dayalı olmasını gerektirmektedir. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de Bakara sûresinin 31. ayetinde, “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti” buyuruyor. “Gerçekten Hz. Âdem’in kendisine yö- nelik hitabı anlayabilmesi, anladıklarını çocuklarına iletebilmesi bir dile sahip olmasıyla mümkündü. Aksi halde ne babalık, ne de peygamberlik görevini yapamazdı. Ve bu durum (dilsizlik) yaradılışın mantığıyla uzlaşmazdı. Sorumluluk altındaki bu insan, belli davranışlar içine girecek ve bunları çocuklarının hayatına geçirecekti. Bu da bilgi ve kültürle mümkündü. Nitekim o, bilgi ve kültüre sahip kılınmıştı.” (Elibol, 1983, 24-25)
Gerek Hz. Âdem ve çocuklarının vahye dayalı bu kültürü, gerek daha sonra gönderilen peygamberlerin tebliğleri, ilk çağların en özlü kültürlerini oluşturmuş ve bu tebliğleri kabul eden insanlar eliyle dünyanın her tarafına taşınmıştır. Şu halde kültür ve medeniyetin doğuşunu dinde aramak gerekir. İlk dinle başlayan ve özünde vahye dayalı unsurlar bulunan kültür, her yeni gelen peygamberin tebliği ile desteklenerek sürekli bir gelişme göstermiş ve dinle birlikte bir yerden başka bir yere, bir toplumdan başka bir topluma yayılma imkânı bulmuştur.
İslâm dini, VII. yüzyılda yayılmaya başladıktan kısa bir süre sonra Çin’den Fas’a kadar çok geniş bir coğrafyada inananlar buldu. Müslüman olan milletler hızla İslâm inançlarını benimsedirler. Tevhid akidesini özümsediler. İslâm ahlâkı onların ferdî hayatlarına ve sosyal ilişkilerine yön vermeye başladı. Bu yeni dinin etkisiyle kültürleri değişikliğe uğradı. Özünde İslâm dininin yer aldığı yeni bir medeniyet dairesi oluştu.
İslâmiyet’in en önemli özelliklerinden biri, ulaştığı insan ve toplumları işte böyle bir dönüşüme uğratması oldu. Müslüman milletlerin dinî ve kültürel varlıklarının belirleyici unsurları olan ortak değerler dönüşümde etkili oldu. Böylece kaynağını İslâm’dan alan yeni bir medeniyet doğdu. Günümüzde İslâm coğrafyası dikkate alınacak olursa bölge, ırk, soy, sosyal ve kültürel farklılıklar ne olursa olsun müslümanlar arasında hâlâ bu ortak değerlerin etkili bir şekilde varlıklarını sürdürdükleri görülür. Her medeniyet gibi İslâm medeniyeti de tarih sahnesine çıkarken kendi dışındaki birikimleri miras olarak aldı. Fakat kısa süre içinde her alanda kendi özgün formlarını üretmeyi de başardı.
İslâm medeniyeti, İslâm dinini kabul eden milletlerin el birliği ile meydana getirdikleri ortak bir medeniyetin adıdır. Ancak bu medeniyetin kuruluş ve gelişmesinde Araplar, İranlılar ve Türklerin büyük payları olduğu bir gerçektir. İslâm medeniyetinin günü- müz Batı medeniyetine etkileri de unutulmamalıdır. Bodley’in (1546-1613) “Rönesansı İslâmiyet’e borçluyuz” sözü, bu gerçeği dile getirmektedir.
İslâm medeniyetinin özü: İslâm medeniyetinin özünün İslâm olduğu yahut İslâm’ın esasının tevhid, yani Allah’ın her şeyin tek, mutlak ve üstün yaratıcısı olduğu konusunda hiç şüphe yoktur. Bu temel iki keyfiyet çok açıktır. İslâm medeniyetine mensup veya en azından ona katılmış kişiler bu esaslardan asla şüphe etmemişlerdir. Ancak, son zamanlarda misyonerler, oryantalistler ve İslâm’ın diğer yorumlayıcıları bunları şüphe ile bahis konusu etmişlerdir. Eğitim seviyeleri ne olursa olsun, müslümanlar mutlak olarak İslâm medeniyetinin bilinebilir ve analiz edilebilir yahut tarif edilebilir bir özü olduğundan emindirler; bu öz de tevhiddir. İslâm kimliğini kazandıran, bütün unsurlarını bir araya getiren ve böylece onları, medeniyet adını verdiğimiz birleşik ve organik bir gövde haline getiren şey tevhiddir. Medeniyetin özü -burada tevhid- farklı unsurları birbirine bağlarken onları kendi kalıbıyla etkiler. Onları birbirleriyle ahenkli hale getirir ve diğer elemanları karşılıklı olarak destekler. Tabiatlarını değiştirmek zorunda kalmaksızın bu öz, unsurları, medeniyeti kuracak şekle dönüştürür; onlara o medeniyetin parçaları olabilecek yeni karakterlerini verir. Bu dönüşümün derecesi, özün değişik unsurlarla ve onların fonksiyonlarıyla ne kadar alâkalı olduğuna göre çok azdan, köklü bir değişime kadar çeşitlenebilir. Medeniyet fenomeninin bu münasebeti, Müslüman müdekkiklerin zihinlerinde önemli bir yer tutar. Bu, tevhidi en önemli çalışmalarına başlık olarak seçmelerinin ve bütün konuları onun himayesinde incelemelerinin sebebidir. Tevhidi diğer bütün prensipleri kapsayan veya belirleyen en temel prensip olarak görürler ve onda İslâm medeniyetinin bütün kavramlarını belirleyen ana kaynağı, menbaı bulurlar. Geleneksel olarak ve basitçe ifade etmek gerekirse, tevhid “Allah’tan başka hiçbir ilâhın olmadığına” kanaat getirmek ve şahitlik etmektir. Bu olabildiğince açık, olumsuz cümle, İslâmiyet’in içindeki en büyük ve en zengin mânâları taşır. Bazen, bütün bir kültür, bü- tün bir medeniyet veya bütün bir tarih bir cümleye sıkıştırılmış yatar. Bu, aynen İslâm’ın Kelime’si, başka bir deyişle Şahadet’i için geçerlidir. İslâm’ın bütün çeşitlilik, zenginlik ve tarihi, kültür ve eğitimi, ilim ve medeniyeti şu kısacık cümlenin içindedir: “lâ ilahe illallah.” (el-Fârûkî, 1986, 89-90
Barthold, W. (1963). İslâm Medeniyeti Tarihi, çev. M. F. Köprülü, Ankara. Baykara, T. (1982). “Bir Kelime-Istılah ve Zihniyet olarak “Medeniyetin” Türkçeye Girişi”, Hareket Dergisi, Mart, VII. Devre.el-Fârûkî, İ. R.-el-Fârûkî, L. L. (1986) İslâm Kültür Atlası, çev. M. O. Kibaroğlu- Z.Kibaroğlu, İstanbul.Elibol, S. (1983). Kültür ve İnanç, Ankara.Erdoğan, İ. (1975). Kültürün Yönetim Fonksiyonlarına Etkisi ve Faktör Analizi Yöntemi ile Bir Araştırma, İstanbul.Gökalp, Z. (1970). Türkçülüğün Esasları, haz. M. Kaplan, İstanbul.Gökalp, Z. (1973). Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, haz. Rıza Kardaş, İstanbul.Güngör, E. (1980). Kültür Değişmeleri ve Milliyetçilik, Ankara.Güngör, E. (1980). Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul.Güvenç, B. (1979) İnsan veKültür, İstanbul.İbn Haldun. (1982). Mukaddime I, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul.Krech, D. ve ark(1983). Cemiyet İçinde Fert II, çev. M. Turhan, İstanbul.Kurktan, A. (1976). GenelSosyoloji, İstanbul.Lundberg, G.A. ve ark. (1970). Sosyoloji II, çev. Ö. Ozankaya, Ankara.MacIver R.M.- Page, C.H. (1969). Cemiyet, çev. A. Kurtkan, İstanbul.Nedvî, E.H. (1976). Din ve Medeniyet Üzerine, çev. E. Harman, İstanbul.Nef, J.U. (1970). Sanayileşmenin Kültür Temelleri, çev. E. Güngör, İstanbul.Ozankaya, Ö. (1977). Toplumbilimine Giriş, Ankara.Özel, İ. (2006). Üç Mesele Teknik Medeniyet Yabancılaşma, İstanbul.Toynbee, A. (198) Tarih Bilinci, çev. Murat Belge, İstanbul.Turhan, M. (1979). Kültür Değişmeleri, İstanbul.Turhan, M. (1980). Atatürk İlkeleri ve Kalkınma, İstanbul.Welles, C. (1972). Sosyal Antropoloji Açısından İnsan ve Dünyası, çev. Erzen Onur, İstanbul.
İslâm Medeniyetinin Doğuşu ve Kaynakları
İslâm medeniyeti hakkında yazılmış eserlerde konuların genellikle iki şekilde ele alındığını görürüz. Batılı yazarlar coğrafyaya dayalı bir sınıflandırmayı, Müslüman yazarlar da kronolojiye dayanan bir tasnif tarzını tercih etmişlerdir. Yani biri mekân, diğeri zaman boyutunu esas almıştır. Bu iki tarz da İslâm medeniyetinin özünü, ruhunu ve temel amacını ana unsur olarak ele almayı gözardı etmiştir. İslâm medeniyeti adına bu can yakıcı bir ihmaldir. Çünkü bir medeniyeti doğuran ve yaşatan onun özüdür, ruhudur, amacıdır. Aynı şekilde bir medeniyetin yıkılıp ortadan kalkmasına sebep olan da onun bu aslî de- ğerlerini yitirmesidir.
Bilimsel kabullere göre, medenî hayat milattan önce dört bininci yıllarda şehir hayatı ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bundan önce insan medenî olmayan bir varlık sayılmıştır. Aslında bu yaklaşım, materyalist ve pozitivist bilim adamlarının kendi ideolojik düşüncelerine bir yaratılış ve uygarlık tarihi yaratmak için bilime zorla giydirdikleri ideoloji gömleğidir. Oysa ilâhî dinlere ve kitaplara göre insan medenî bir varlık olarak yaratılmıştır. Medenî hayat da, aynı zamanda ilk peygamber olan ilk insanla birlikte başlamıştır. Çünkü Allah, insanı yeryüzünün halifesi olarak yaratmış ve onu yeryüzünün sahibi kılmış ve ona yeryüzüne hükümran olma imkân ve yeteneği bahşetmiştir. İnsan, Allah’ın hükümranlı- ğının yeryüzündeki temsilcisidir. Bu temsil görevinin öncelediği hedeflerden biri de hiç şüphesiz medenî hayattır, medeniyettir.
İnsanın medenî olması, yaşadığı hayatı ve dünyayı medenîleştirmesi Allah’ı temsil görevidir. Bunun için ihtiyaç duyduğu her yetenek yaratılış donanımına yerleştirilmiştir. Allah’ın yeryüzünde en iyi temsil edilebildiği coğrafya en medenî coğrafya, Allah’ı en iyi temsil edilebilen toplum da en medenî toplumdur. Bu bağlamda bütün ilâhî dinler bir din olduğu kadar da birer medeniyettir.
İslâm, insanlığın en büyük medeniyet projesidir. Hz. Peygamber bu projeyi uygulamaya risâlet göreviyle birlikte başlamıştır. Öncelikle zihinleri ve kalpleri medenîleştirmeyi hedeflemiştir. Hicretle beraber Yesrib’in adını Medine’ye çevirmek suretiyle de İslâm’ın medeniyet yürüyüşünü başlatmıştır. Bu yürüyüş yaklaşık bin beş yüz yıldır Uzak Asya’dan Atlas Okyanusu’na, Avrupa’dan Afrika’ya bütün yeryüzünde sayısız ve benzersiz eserler vücuda getirmiştir.
Medeniyet Kavramı İltisaklı Kavramlar
Arapça bir kelime olan medeniyet, “medîne” sözcüğünden türemiştir. Medine ise, bir yerleşim birimi olan “şehir” anlamındadır ve bir yerde ikamet etmek, yerleşmek anlamına gelen “me-de-ne” kökünden gelmektedir. Kentleşme ile yakın ilgisi vardır (İbn Manzur, 1968). Medenî şehirli, şehre ait, şehre özgü; medeniyet ise şehirlilik, yerleşik hayat, iyi ya- şama demektir.
İlk olarak 1757 yılında Fransa’da, bundan on yıl sonra da İngiltere’de kullanılmaya baş- layan medeniyet, Batı dillerinde şehir ve şehirlilik anlamlarını ifade eden civilisation sözcü- ğünden türetilmiştir. Civilisation sözcüğü de Latince’de “şehirli” anlamına gelen “civilis” kelimesinden türetilmiştir. Osmanlı aydını da medeniyet kelimesini bu anlamıyla kullanmıştır (Tanilli, 1991). Günümüz Türkçesinde medeniyet yerine daha çok uygarlık kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Uygarlık kelimesi de belirli yasalara uyarak şehirde yaşayan ve şehirli anlamına gelen “uygur” kelimesinden türemiştir. Uygarlığın, Türk devletleri içinde şehirli hayata ilk geçen Uygurlara atfen kullanıldığı da söylenmektedir (Sarıçam-Erşahin, 2006).
Medeniyet, terim anlamı itibariyle de bir neslin kendisinden sonraki nesillere miras bıraktığı dinî, siyasî, soyal ve iktisadî kurumlar, faaliyetler, icadlar, teknolojiler gibi maddî unsurların, anlayış, düşünce ve değerler gibi manevî unsurların toplamıdır. Medeniyet kavramının diğer bazı tanımlarını şu şekilde belirtebiliriz: Medeniyet; insanî eserler ve tasarruflar, insanın maddî ve mânevî eserlerinin bütünüdür. Bunlar, doğada basit haliyle bulunmayıp insanın yaptığı, katkıda bulunduğu şeyler demektir ve insan, hayat ve kâinat arasındaki etkileşimin semeresidir. Medeniyet; hayat tarzı demektir. Hayatın, bütün maddî ve manevî boyutlarını içine almaktadır, insanın, hayatın her kesiminde gerçekleş- tirdiği aklî, ahlâkî, maddî, rûhî, dînî ve dünyevî değerler manzumesinin adıdır (Pazarbaşı, 1996). Medeniyet teriminin düşünce tarihi boyunca kazandığı anlamların ortak noktası, şehir hayatının insana sunduğu her türlü birikimi, düzey ve fırsatları ifade etmesidir (Kutluer, 2003).
Medeniyet ile aralarındaki yakın benzerlikler sebebiyle, İslâm medeniyeti ve kültürü tarihinde, zaman zaman birbirlerine karıştırılan diğer kavramlara da açıklık getirebilmeliyiz. Bunların medeniyet kavramıyla benzer ve farklı yönlerini ortaya koyabilmeliyiz. Bunlar arasında ilk sırayı “kültür” alır.
Kültür
En fazla tanımı yapılan kavramların başında gelen kültür sözcüğü, 1900’lere doğru başta Fransızca olmak üzere diğer dillere Almancadan geçmiştir. Kültür, Latince cultura kelimesinden türemiş olup “toprağı işleme” anlamına gelir. Türkçemize, daha sonraları Batı dillerinde kazandığı “yüksek umumi bilgi” anlamıyla girmiştir. Ziya Gökalp, kültür sözcü- ğünün Latincedeki ifade ettiği anlamdan hareketle kültür yerine aynı anlama gelen Arap- ça hars sözcüğünü kullanmıştır (Gökalp, 1976).
Kültür; “bir topluluğun yaşama tarzı”, “atalardan gelen maddî-mânevî değerler toplamı”, “insanın, tabiatı ve kendini idare etme yolu ile bizzat meydana getirdiği eser”, “bir toplulukta örf ve âdetlerden, davranış tarzlarından, teşkilat ve tesislerden kurulu ahenkli bütün”, “bir milletin bütün hayati tezahürlerinde üslup bütünlüğü”, “yaşanan çevre ile ferd arasında varolan düşüncelerin, zevklerin, alışkanlıkların ortaklığı” vb. şekillerde tanımlanmıştır.
Bu tanımlarda, belli bir tarihi ve coğrafyayı paylaşan toplumların, tarihî ve toplumsal gelişme süreçlerinde, kendi damgalarını taşıyan yaşayış ve davranış tarzlarıyla, oluşturdukları maddî ve mânevî değerler kültür olarak nitelendirilmekte ve bu birikimlerin gelecek kuşaklara aktarımı ve bunda kullanılan araçlar da kültür kavramının muhtevasında yer almaktadır. Buna göre kültür, bir toplumda yaşayan insanların bütün öğrendikleri ve paylaştıkları şeydir.
Kültür; insanın ortaya koyduğu, içinde insan katkısının bulunduğu bütün gerçeklikleri ihtiva etmektedir. Buna göre, kültür deyimiyle, içinde insanın varlığını gördüğümüz her şey anlaşılabilmektedir. Kültür, insanın kendini, kendi evinde duymasını sağlayacak bir dünya ortaya koymasıdır. Bu tanıma göre kültür; teknik, ekonomi, hukuk, estetik, bilim, devlet, yöntem, kısaca insanın meydana getirdiği her şeyi kapsamakta ve bütün maddî ve manevî eser ve ürünlere ad olmaktadır. Bu tanımda kültür ve medeniyet, aynı anlamı paylaşan birer ortak kavram olmakta ve aralarında bir ayrılık ve karşıtlık göze çarpmamaktadır (Pazarbaşı, 1996). Kültür, toplumsaldır, tarihseldir, kalıtsaldır, işlevseldir, birlik içinde çokluktur ve değişkendir (Turan, 1994).
Umrân ve Hadâret
Arapça’da umrân ve hadâret kelimeleri de medeniyet karşılığında kullanılmıştır. Umrân sözcüğü, “a-me-ra” kökünden türemiş, bir yeri mâmur etmek, bir yerde iskân ve ikâmet etmek, yapı yapmak gibi anlamları taşımaktadır. Bu kökten türeyen “i‘mâr”; bir yeri mâmur kılmak, mâmur bulmak, bayındır hale getirmek, şenlendirmek gibi anlamlara gelmektedir.
Tarih felsefesi ve sosyolojinin kurucusu kabul edilen İbn Haldun, umrâna; uygarlık ve sosyal kalkınma, sosyal ilerleme anlamını yüklemiştir. O, umrânı insanların, yeryüzünün yerleşime uygun yerlerinde toplu olarak yaşayıp, bu yerleri imar etmeleri, ihtiyaçlarını karşılama konusunda birbirine yardımcı olarak toplumsal bir hayat yaşamaları anlamında ele almaktadır (İbn Haldun, 1988).
Modern Arapça’da yaygın olarak kullanılan hadâret sözcüğü de, “ha-da-ra” kökünden olup, şehirde ikâmet etmek, şehirli olmak, medenî olmak, medeniyet gibi anlamlara gelmektedir. Bedevîliğin ve göçebeliğin zıddını ifade eder. İbn Haldun, bu terimi de daha çok bilim ve sanatın gelişmesi, hayat standartlarının yükselmesi, zevklerin incelmesi ve niteliğinin artması zemininde kullanır (İbn Haldun, 1988).
Medeniyet kavramı on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı’da kullanılmaya başladı. Fransızlar, İngilizler daha sonraları da diğerleri bu kavrama, kendilerinin daha önceki dönemlerinden ve çağdaşı olan diğer milletlerden farklı ve ileri olduğunu öne sürdüğü hayat tarzı anlamını yüklediler (Toynbee, 1980). Bir başka ifadeyle, Batılı kendi hayat anlayışına, yaşam biçimine ve değerler sistemine medeniyet adını vermiştir. Böylece medeniyetin referansı Batı’nın hayat tarzı, medenî olmanın kriteri de o hayat tarzını benimseme ve yaşama oldu. Bu anlayış on dokuzuncu yüzyılın pek çok düşünürünün temel tercihi olmuştur.
Batı dünyası medeniyet kavramının kapsam alanını genişleterek, yüksek teknolojisini, üstün tekniğini, bilimsel bilgisini, güçlü kurumsal yapısını ve kurumlarını, dünya görüşü- nü ve değerlerini de bu kavramla ifade etmiştir. Bu çerçevedeki geldiği yeri ve elde ettiği gücü, kemal noktası, medeniyet odağı olarak görmüştür. Bunun dışında kalan her anlayı- şı, her değeri, her dünya görüşünü Batı’nın gerisinde kalan bir tavır olarak benimsemiş- tir. Bunu da medeniyetinin belirleyici özelliği haline getirmiştir. Böylece Batı medeniyeti mensuplarının dünyayı medenîleştirme görev, hak ve yetkileri Batı medeniyetinin belirleyici, kendisinin dışındakileri ötekileştiren ayırıcı anlamlarından biri olmuştur. Nihayet Batı’nın dışında kalan dünyanın sömürgeleştirilmesi böyle bir medenîleştirme gayretinin adı olarak tarihe geçti (Toynbee, 1980). Batı medeniyetine mensup devletlerin kendilerince dünyayı medenîleştirme görev, hak ve yetkileri günümüzde de aynı gayretle devam etmektedir (!)
Medeniyete İdeolojik ve Politik Yaklaşımlar
Batı medeniyeti, bazı ülke aydınları tarafından yeni bir ideoloji olarak benimsenmiştir. Batı medeniyetinin bu boyutu ülkemizde medeniyetçilik kavramı altında kendisine önemli bir alan oluşturmuştur. Bazı Tanzimat dönemi Osmanlı aydınlarına göre medeniyetçilik, Osmanlı Devleti’ni kurtaracak, onu eski gücüne kavuşturacak ve çağdaşlaştıracak yeni bir ideoloji olarak görülmüştür. Şinasi, Reşid Paşa’ya yazdığı bir şiirinde:''Sensin ol fahr-i cihân-ı medeniyet, Acep midir medeniyet resûlü dense sana'' mısralarıyla medeniyete ideoloji sınırlarını da aşan bir anlam yüklemiştir.
Bazı bilim adamı stratejistler, mensubu bulundukları devletlerin çıkar planlarını meşrulaştırmaya yönelik bilimsel tezler ortaya atmışlardır. Bunlardan biri de Samuel P. Huntington’dır. Huntington medeniyetlerin çatışması teziyle medeniyetlere, hizmet ettirmeyi kurguladığı amaca yönelik politik malzeme olarak yaklaşmıştır. O bu yaklaşımını şöyle ifade eder: “Medeniyet kimliği, gelecekte gittikçe artan bir şekilde önem kazanacak ve dünya büyük öl- çüde, belli başlı yedi veya sekiz medeniyet arasındaki etkileşimle şekillenecektir. Bunlar: Batı, Konfüçyüs, Japon, İslâm, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika medeniyetleri olacaktır. Geleceğin en mühim mücadeleleri, bu medeniyetlerin birini diğerinden ayıran kültürel fay kırıkları boyunca meydana gelecektir… Medeniyetler arasındaki fay hatları gelece- ğin muharebe hatlarını teşkil edecektir” (Huntington, 2000).
Medeniyetlerin Doğuşu
Medeniyetlerin doğuşunda etkili olan birtakım faktörler vardır. Bunların başında insan unsuru gelir. Toplumu ile bilinçli bir iletişime sahip, girişimci, tecrübeli ve üretken, onları yönlendirebilen bir aydın kesim bulunacaktır. Toplum da bu aydınını kabul edecek, benimseyecek ve isteyerek arkasından gidecek bir yapıda olacaktır. Bu gerçekleşmediğinde, yani aydını ile toplumu birbirlerine ters düşen halklar medeniyetlere herhangi bir katkıda bulunamazlar.
Medeniyetlerin doğuşunda etkili olan faktörlerden ikincisi coğrafyadır. İnsanın kontrol edebildiği bir coğrafya ve buna bağlı olarak, tüm canlıların hayatlarını kolaylıkla devam ettirebilecekleri bir iklim, medeniyetin doğuşunu etkilemiştir. Mezopotamya ve Mısır gibi kadim medeniyetlerin böyle uygun coğrafya ve iklimlerde doğduğu ve geliştiği bilinmektedir.
Başka faktörleri de şöylece sıralayabiliriz: Kurumsal ve güçlü bir ekonomik yapı, şehirleşme, göç/hicret/yer değiştirme, değerler sistemi, istikrarlı bir siyasî sistem, sağlıklı eğitim, sanat, dil, hukuk, iletişim, sağlık ve güvenlik kurumları vb. medeniyetlerin doğuş- larını etkileyen önemli unsurlardır. Bunlar genel kabulü sağlamış faktörlerdir. Ancak bu faktörlerin etki dereceleri elbette birbirinden farklıdır.
İslâm medeniyetinin doğuşunda bu faktörlerin elbette payları olmuştur, ama onun doğuşunda en büyük rol ve etkinin İslâm inancına bağlı değerler sistemi olduğunu unutmamak gerekir.
İslâm dini, inananlarını ısrarla yeryüzünde maddî-manevî, ahlâkî-ruhî bütün yönleriyle dengeli ve mükemmel bir medeniyet oluşmasına gayret etmeye ve buna bir şekilde katkı sağlamaya davet eder. Müslümanları medeniyet gayretinde her zaman bir yarış içinde olmaya teşvik eder. Çünkü insanın Allah’ın halifesi olarak gerçekleştirmesi gereken asıl görevini yerine getirebilmesi için mutlaka bir medeniyet inşasına ihtiyacı vardır. İslâm medeniyetinin doğuşunu etkileyen en büyük faktör de işte bu ihtiyaca, görev anlayışı içinde cevap verme bilincidir.
İslâm Medeniyetinin Doğduğu Ortam
İslâm medeniyeti, birbirlerine paralel gelişme gösteren ticaret, sanat, din ve bilimde kar- şılıklı etkileşim içinde olan ve hatta ortak mirasları paylaşan dört temel medenî terkibin tarih alanı içinde doğmuştur. Bunlardan birincisi: Nil’den Amuderya’ya kadar uzanan, birçok peygamberin gelmesiyle de peygamberî geleneklere kaynak olan ve merkezî dil olarak Süryanîce, Aramîce ve Pehlevîce dillerinin kullanıldığı Bereketli Hilâl bölgesinin Sâmî-İran terkibidir. İkincisi: Anadolu’dan İtalya’ya kadar Kuzey Akdeniz boyunca uzanan, Thales, Pisagor, Sokrat, Plato, Aristoteles ve arkadaşlarını yetiştirmiş olan ve merkezî dil olarak Latincenin kullanıldığı Avrupa terkibidir.Üçüncüsü: Upanişadlar, Buda ve Mahavira devirleri ile öne çıkan Hindistan bölgesindeki Hindu terkibidir. Dördüncüsü: Konfüçyus, Lao-Tze ve halefleriyle öne çıkan Çin ve komşularının Uzak Doğu terkibidir(Hodgson, 1993).
Uzak Arka Plan
Bereketli Hilâl Bölgesi ve İran/Sâsânîler
İslâm öncesi yakın dönemde Bereketli Hilâl bölgesine biri Bizans diğeri de Sâsânî devleti olmak üzere iki süper güç hâkimdi. Dolayısıyla Bereketli Hilâlin Bizans İmparatorluğu sınırları dışında kalan kısmında bölgenin lider devleti Sâsânîler’di. Mezopotamya Sâsânî hâkimiyetindeydi. Zerdüşt inançlarının/Mecûsiliğin hakim olduğu ülkede Sâsânî hükümranlığı ile birlikte, Mardin doğumlu olan Mani (215-275), peygamber olduğunu ilan etmiştir. “Âlemin ve içindeki her şeyin aslının, nur ve zulmet olmak üzere iki asıldan olduğunu söyleyen” Mani dini, bölgenin birçok kentinde kabul görmüştür. Ancak Mani dininin bu yeni peygamberi Zerdüşt din adamlarını çok kızdırmış ve Sâsânî imparatoru I. Şapur’un ölümüyle korumadan yoksun kalan Mani, derisi yüzülerek öldürülmüştür.
Sâsânî İmparatorluğu’nda Zerdüştlük, Mani’den yaklaşık üç asır sonra bu defa da Mazdekizm’le mücadele etmek zorunda kalmıştır. Devrimci kimliği ile tanınan ve “insanın sahip olabileceği her şeyin su, ateş ve mera ortaklığı gibi, ortaklığını savunan” Mazdek (öl. 529), bu suretle, “insanlar arasındaki bütün kıskançlık ve anlaşmazlık sebeplerini ortadan kaldırmayı ve dini saf bir hale getirmeyi” düşünüyordu. Ancak Husrev Nuşirvan tarafından taraftarlarıyla beraber idam edildi. Böylece Sâsânîler, yedinci yüzyıla yine Zerdüştlük inancının yaygınlığını koruyarak girdiler.
Sâsânîlerde din adamları, bürokratlar, askerler ve halk olmak üzere dört sınıf vardı. İnsanların hangi sınıftan oldukları doğumla belirleniyordu. Yani hangi sınıfın çocuğu olarak dünyaya gelmişse o sınıfa dâhil oluyordu. Erkek egemen bir toplumdu. Çok evlilik vardı. Altıncı yüzyılın ikinci çeyreğinde Enûşirvan Cündişapur’da bir tıp okulu kurdu. Yunanca ve Süryâniceden Pehlevîceye tercümeler yapıldı. Kelile ve Dimne Sanskristçeden Farsçaya çevrildi. Hz. Peygamber’in mektubunu yırtan Husrev Perviz (590-628) döneminde İran’da sanayi, mimarî ve sanat gelişmiş, devlet çok zenginleşmişti.
627 yılında Bizans’ın Sâsânîleri mağlup ederek kendine bağladığı, ancak bu dönemde yeniden Sasânî toprağı olan Harran, bölgenin en kadim ilim merkezlerinden biri idi. Aynı şekilde Cündişapur, İslâm’ın doğduğu yıllarda bölgenin en önemli kültür merkezleri arasında yer alıyordu. Ülkenin felsefe ve tıp merkezi idi. Enûşirvan’ın burada yaptırdığı bir okulda en az yılda bir defa tıp kogresi düzenleniyordu. Okulda beş bin civarında öğrenci eğitim görüyordu. Aristo ve Eflatun’un eserleri burada Pehlevîceye çevrilmişti. Bu şehir Hz. Ömer döneminde barış yoluyla İslâm coğrafyasına katıldı.
Avrupa Bölgesi
Dördüncü yüzyılın başlarında bölgenin en güçlüsü olan Roma imparatoru Konstantinus (M.S. 306-337), başkentini Bizans’ta kendi adını verdiği Konstantinopolis’e taşıdı. Konstantinus 325’de İznik’te Hıristiyan kilisesinin ilk din kurultayını toplayarak, Hıristiyanlığı devletin desteklediği bir din haline getirdi. Bunun üzerine devlet desteğini arkasına almış Hıristiyan piskoposlar da, Konstantinus ve sonraki Roma krallarını imparatorluğu yönetmesi için Tanrı tarafından seçilmiş olarak gördüler. Ayrıca ilk defa bu konsülde resmî olarak İsa, Baba ile aynı bedene, yani cisme sahip olarak görülmüştür. Böylece, İncillerde İsa için yazılı mecâzi ifadeler teolojik amaçlar için kullanılarak metafizik anlamda Tanrı’nın oğlu konumuna getirilmiştir. Bu değişimin oldukça önemli siyasi bir sonucu vardır; öyle ki, İsa’nın metafizik anlamda Tanrı’nın oğlu konumuna getirilmiş olması, Hıristiyan kralın da bundan böyle Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi anlamına geliyordu. Daha sonra Theodosius (öl. 395) Hıristiyanlığın dışındaki bütün inançları yasaklamak suretiyle Hıristiyanlığı resmî din haline getirdi.
İmparator Justinianus (527-565), bozulan Roma İmparatorluğu’nun eski birliğini kurmak için Batı Akdeniz ülkelerine yaptığı bir dizi seferde başarılı olamayınca ölümünden hemen sonra Kuzey Afrika, İspanya ve İtalya toprakları elden çıktı. Artık Roma, taht kavgaları ve iç savaşlarla eski günlerine bir daha dönmemek üzere gücünü ve topraklarını kaybetmeye başlamıştı. Altıncı yüzyılın başlarına kadar süren iç savaşlar ve siyasi istikrarsızlık manastırları Hıristiyanlığın güvenlikli mekânları haline getirdi. Çileci ve keşiş hayat tarzları ortaya çıktı. Yedinci yüzyılı Yunan, Latin, Suriye ve Kıptî (Mısır) kiliseleri arasında bölünmüş bir Hıristiyanlık karşılamıştı. Hippolu Augustinus’un, (öl. 430) Hıristiyanlığın yaratılıştan kıyamete kadar genel tarihini çizdiği ve bu dönemde yazdığı Tanrı Devleti adlı eseri, Batı Avrupa dünya görüşünün temellerinden birini oluşturdu.
Büyük İskender’in M.Ö. 322 yılında kurduğu İskenderiye, bölgenin en önemli kültür merkezi olmayı sürdürüyordu. Felsefe, tıp, matematik ve astronomi alanlarında, Galen, Sergios gibi pek çok ünlü bilim adamları burada okumuştu. Dünyanın en eski kütüphanelerinden biri olan İskenderiye Kütüphanesi’nin Hz. Ömer’in izniyle Mısır fatihi Amr b. As tarafından yakıldığı rivayetinin kesinlikle doğru olmadığı hem Müslüman, hem Hıristiyan, hem de Yahudi bilim adamları tarafından ortaya konulmuştur.
Hindistan
Bölgesinde dönemin en büyük, en renkli ve çok sayıda inanç ve kültürün iç içe yaşadığı Hindistan’da Jainizm ve Budizm dinleri yaygındı. Jainizm Mahavira tarafından kurulmuş veya yeniden şekillendirilmiştir. Budizm ise, daha doğumunda gizemli rüyalara ve çocukluğunda dindar figürlere sahip olduğu rivayet edilen Prens Gautama tarafından şekillendirilmiştir. Prens Gautama, bilgeliği ve aydın olmayı ifade eden “Buda”dır.
Kişisel duygu ve istekleri yok etmeyi veya bunlara boyun eğmeyi en aza indirmeyi öncül amaçları haline getiren Jainizm ve Budizm’in pek çok ortak ilkesi olmasına rağmen Jainizm, hiçbir zaman Budizm’in yaygınlığına ulaşamamıştır. Hatta inananlarından çok çileli bir yaşam tarzı istediği için büyük ölçüde marijinal bir din olarak kalmıştır. Budizm ise Jainizm’in aksine büyük yaygınlık sağlamıştır. Ancak Budizm de ilk dönemdeki başarılarına rağmen, herkesin başından geçebilecek bunalım dönemlerinde verebileceği bir şey olmadığı için Hindistan’ın egemen dini olamamış ve Hindistan hiçbir zaman tümüyle Budist biçim alamamıştır.
M.S. ilk yüzyıldan sonra, Brahmanizm’in biçimi değiştirilerek yeniden ihya edilmiş şekli olan Hinduizm, Hint halkının dünyasına daha fazla ve daha yaygın olarak girmiş- tir. Hinduizm, Hintlilerce saygıya layık görülen sayısız tanrının, birbirine rakip olan ve fakat birbirlerini tamamlayan iki tanrı Şiva ile Vişnu çevresinde doğmuştur. Temelini “yeniden doğuş” kavramının oluşturduğu Hinduizm’de, halk tanrılara armağanlar sunmakla bir sonraki yeniden doğuşlarında daha üstün doğacaklarına inanmakta idi. 320’li yıllarda Hindistan’da büyük fetihlerin sahibi olan Gupta kralları, yeniden ihya edilmiş Hinduizm’in koruyuculuğunu yaptılar. Ayrıca Hinduizm’in bir parçası olan, en yüksek otorite kaynağının Vedalar olduğunu söyleyen, Hindu hukuk anlayışını da benimsediler. Yedinci yüzyıla gelindiğinde Hinduizm, Hindistan’da sosyo-kültürel yaşamın her alanında varlığını en etkin biçimde devam ettirmekteydi.
Bu büyük ülkede kast sitemi vardı. Buna göre Hint toplumu; Brahmanlar (din adamları), Kşatriyalar (asiller ve askerler), Vaisyalar (çiftçiler, sanatkârlar ve tüccarlar) ve Sudralar (işçiler) ve Paryalar sınıflarına ayrılmıştı. Hint medeniyeti, İslâm öncesi yakın dönemde diğer medeniyetlere çok renkli ve gelişmiş bir kültür mirası bırakmıştı.
Uzak Doğu Bölgesi ve Çin
Uzak Doğu bölgesinin en büyüğü olan Çin merkezli medeniyet alanında şekillenen dinî yapı Konfüçyanizm ağırlıklı idi. Hayatta iken ülke yönetimine çağırılmadığı için erdemin ancak iktidar ve sorumluluk ile ortaya konabileceğine inanan Konfüçyüs (M.Ö. 551-479) Çin’in yönetiminde bizzat rol üstlenemedi, ama mirası öğrencileri vasıtasıyla onun adı- na ülkeyi yönetti. Konfüçyüs’ün boş bıraktığı, “insanın duygu dünyasının derinlikleri ve tabiatın sırları” ile ilgili alanı dolduran Taoizm, Konfüçyüscülüğe bir denge kazandırdı. Birbirlerini tamamlayan bu iki din Konfüçyüs’ün yaşadığı dönemden günümüze kadar varlıklarını sürdürdüler.
Üçüncü yüzyılın ilk çeyreğinde iç savaşın açtığı acılara bir de komşu istilâlar eklenince Konfüçyanizm’in ılımlı mesajları Çin halkına yetmedi. Bu durumda, Romalıların Hıristiyanlık’ta bulduğu yeni coşkuyu, Çinliler Budizm’de buldular ve M.S. 200-600’lü yıllarda Budizm Çin’de önlenemez bir güçte yayıldı. Budizm’in Çin’de yayılışına ve Konfüç- yüsçü değerlerden bilinçli bir uzaklaşma olmasına rağmen Konfüçyanizm öğretisi hiçbir zaman Çin’den tamamen silinemedi. Yedinci yüzyılın başlarında (M.S. 618) Çin idaresini eline geçiren Tang hanedanı döneminin başlarında Budizm hemen hemen resmî din durumuna gelmişti.
Orta Asya: Göktürkler
Altıncı yüzyılın ortalarından yedinci yüzyılın ortalarına kadar Orta Asya bölgesinin hâkim devleti olan Göktürklerdi. Bunlar bölgedeki bütün Türk boylarını Göktürk Devleti altında birleştirmişlerdi. İslâm’ın doğuş yıllarında Batı ve Doğu Göktürkler olmak üzere ikiye ayrılmışlardı. Kağan’ın ilâhî güçleri olduğuna inanılırdı. Bozkır medeniyetinin bütün unsurlarına sahip olan Göktürkler göçebe tarzı hayat yaşarlardı.
Yakın Arka Plan
Hicaz Bölgesi: Mekke ve Medine
İslâm öncesi meşhur coğrafyacılardan Ptolemy’de Makoraba (Hitti, 1980) olarak geçen Mekke’nin ismi, ilâhî kitaplarda Bekke, Kur’ân-ı Kerim’de hem Bekke (Âl-i İmran, 3/96) hem de Mekke (Fetih, 48/24) olarak kullanılmıştır. Ayrıca İslâm tarihi içinde burası Ümmü’l-Kura, el-Beledü’l-Emîn, el-Beledü’l-Haram gibi otuzdan fazla isim ile adlandırılmıştır. Mekke’nin tarihi ile ilgili birtakım tartışmalar olmasına rağmen Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmâil’i buraya getirdiği tarih olan M.Ö. 1871 yılından beri varlığı bilinmektedir. Hz. İsmail’den Hz. Muhammed (as)’in doğum tarihi olan 571 yılına kadar geçen 2442 yıllık sürede birçok Arap kabilesinin iktidarına tanıklık etmiştir.
Mekke genelde bütün Arap toplumları, özelde ise Kureyş kabilesi için oldukça farklı bir öneme sahiptir. Bu farklı önem, hem tarihî hem dinî ve siyasî hem de ekonomik temellidir. Bölgesinin en önemli ticaret merkezi olan Mekke, uluslararası ana ticaret yolları- nın kavşağında bulunmaktaydı. Mekkeliler, yaşam biçimlerini, hayat anlayışlarını ve hatta dinî kabullerini bile bu ticarî konumlarıyla beraber düşünerek şekillendirdiler. “Mekke’de Romalıların ve Habeşlilerin, kavimlerinin ticarî işlerini yürütmek üzere kendilerinin işlettiği, devamlı ticaret büroları bulunuyordu” (Emin, 1975).
Medine’nin asıl adı Yesrib’dir. Hz. Peygamber’in hicretinden sonra, önceleri Medînetü’nNebî, sonraları Medine veya Medine-i Münevvere şeklinde adlandırılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de hem Yesrib (Ahzab, 33/13) hem de Medine (Tevbe, 9/120) olarak kullanılmıştır. En iyi cins hurma vahalarıyla ünlü olan şehrin, en stratejik özelliği Suriye-Yemen ticaret yolu üzerinde geçit konumunda olmasıdır. Bu stratejik özelliğinden dolayı, ticaret kervanlarının güvenliği nedeniyle özellikle Mekkeliler açısından Medine daha çok önem kazanmıştır.
İslâm’dan önce Medine’de Yahudiler ve Araplar olmak üzere iki millet yaşamakta idi. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicreti öncesinde Yahudiler bu şehre sosyal, kültürel, siyasî ve ticarî açıdan hâkim idiler. Dînî ve ilmî bakımdan da Araplardan daha önde olan Yahudilerin çoğunluğu ticaretle meşgul idiler; çarşı ve pazar olarak şehrin ekonomisi ellerinde idi. İslâm tarihinin ilk dönem kaynakları Yahudilerin Medine’deki nüfusları hakkında bir sayı belirtmezler, ancak bunların, hicretin ilk yıllarında çıkardıkları savaşçı sayıları 2000’den biraz fazladır.
İslâm’ın Medine’ye geldiği dönemde burada meskûn Evs ve Hazrec kabilelerine mensup Araplar, aslen Yemen’in büyük kabilesi Ezd’e mensup olup bu şehre Yahudilerden sonra gelmişlerdir.
Evs ve Hazreç kabileleri sosyal statüleri itibariyle Medine Yahudileri’nin altında idiler. Bu ikinci sınıflığı öyle kabullenmişlerdi ki, Ensar içinde birinin erkek çocukları yaşamayacak olursa, doğacak ve yaşayacak çocuklarını Yahudiliğe adarlar, bu sözlerini de yerine getirirlerdi. Evs ve Hazrecliler genellikle ziraatla uğraşırlardı. Evs ve Hazrec kabilelerinin nüfusları hakkında da ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarında bir sayı verilmemektedir, ancak Mekke’nin fethi için iki kabile İslâm ordusuna toplam 4000 savaşçı vermiştir.
Dinî Yapı
Hz. İbrahim ile başladıkları tevhidî inançlarını zaman içerisinde değiştiren Mekkeliler, cahiliye dönemi olarak adlandırılan İslâm öncesi dönemde bir inançlar mozayiğine sahiptirler. Bu inanç mozayiğinin en yaygın olanı Putperestlik’tir. Materyalizm/Ateizm, Yahudilik ve inananları az sayıda da olsa Hıristiyanlık ve Hz. İbrahim’in dinine mensûbiyet olarak anlaşılan Haniflik bu mozayiğin alt grup inançları idiler. Ayrıca Mecûsîlik ve Sâbiîlik de bazı kabilelerin inançları arasında yer almakta idi. Bununla beraber, Hıristiyanlık ve Yahudilik, Mekkeliler tarafından oldukça iyi bilinmekte ve inananlarına ehl-i kitap adı verilmektedir.
Siyasî Yapı
Mekke’nin İslâm öncesi siyasî yapılanması, dinî yapılanmasında olduğu gibi, yine Kâbe merkezlidir. Mekke’nin idaresi beşinci asrın ortalarından itibaren Hz. Muhammed’in (as) beşinci kuşaktan dedesi olan Kusay’a geçmiştir.
Mekke sisteminde başkanın görevleri çok ağırdı; herkes onların, savaşlarda canlarını, barışta mallarını ortaya koymalarını beklerdi. Buna karşılık yetkilerinin yaptırım gücü ağırlıklı olarak manevî idi. Emirlerinin yerine getirilmesi, emri alanların iyi niyetlerine veya kabile güçlerine bağlıydı. Kusay, yine önemli bir kısmı Kâbe ile ilgili olmak üzere ve eskiden var olan birtakım kamu görevlerini yeniden düzenledi. Bu görevler aynı zamanda resmî bir otorite ve nitelik taşıyor, boylar/kabileler adına yerine getiriliyordu. Bunlar meşruiyetlerini de geleneksel kabile statülerinden almaktaydılar ve otoritelerinin kaynağı hem dinî hem medenî idi.
Dâru’n-Nedve adı verilen parlamento binası, Mekke’nin merkezî toplanma, istişare ve karar alma meclisi idi. Burada Mekke’yi ilgilendiren önemli olayların görüşmeleri yapılır ve karara bağlanırdı. Askerî sefer komutanları burada belirlenir ve alınan kararın doğru ya da yanlış olduğuna bakılmaksızın geçerli sayılırdı. “İslâm’ın ortaya çıktığı dönemde Mekke’de hükümet on kişilik bir şûrâ, yani oligarşik bir hükümet vardı. Şûrâ üyelerinin seçimi pek açık değildi ve bu konuda çıkan anlaşmazlıkları çözmek için genellikle kılıca başvurulurdu” (Hamidullah, 1988).
Sosyal Yapı
Mekke’de sosyal yapının temeli olan kabile, aynı zamanda çok güçlü bir sosyal asabiyetin de meşruiyet zemini idi. En güçlü asabiyet, sırasıyla, soybağı, akrabalık, kabile ve kabileler arası anlaşma asabiyeti idi. Kabilevî değerler, kabileden bir kişiyi erdemli kabul etmeyi onun kabilesini de erdemli kabul etmeyi gerekli kılıyordu. Kabileciliğin içe dönük kabullerinde de “ben ve kardeşim amcamın oğluna karşıyız; ben ve amcamın oğlu yabancıya karşıyız” (Câbirî, 1997) mantığı geçerli idi.
Arap kabileciliğinin sosyal hayatı şekillendiren bir diğer önemli kabulü de kardeşlik anlaşması idi. Bu bir kabile üyesinin yabancı bir kabile üyesi ile kardeşleşmesi şeklinde olduğu gibi kabileler arasında da olabilirdi. Bu şekilde tesis edilmiş bir kardeşlik gerçek kardeşlik gibi kabul edilir ve karşılıklı olarak birbirlerine mirasçı olurlardı.
Cahiliye döneminde halk hürler, esirler ve mevâlî olmak üzere üç sosyal sınıfa ayrılmıştı. Hürler, ailesinin veya kabilesinin adını taşıyan ve kabilesinin sahip olduğu tüm haklara sahip kimselerdi. Bunlar da kendi aralarında derece farklılıklarına sahiptiler. Kusay’ın soyu hürler içinde üstün bir mevkide kabul edilirdi. Yine, şairler, kâhinler ve kahramanlıklarıyla ünlü kişilerin de yeri diğer hürlerden daha üstün kabul edilirdi. Bunlar arasında ayrıca, küçümsenmeyecek oranda ekonomik gücün getirdiği statü farklıkları da bulunmaktaydı.
Esirlere gelince, bunlar hürlerin sahip oldukları haklardan mahrum olup köle ve cariyelerden oluşmakta idiler. Oldukça acımasız muamelelere muhatap olan bu sınıfın kaynağını, savaşlarda alınan esirler veya esir pazarlarından satın alınan köle ve cariyeler teşkil etmekteydi. Köleler değerli menkul mal kabul edilir; alınır, satılır, kiralanır ve miras bırakılırdı.
Aile Yapısı ve Kadının Durumu
Cahiliye dönemi Arap aile yapısında erkek kendisine özgü imtiyazlı bir yere sahipti. Ailenin tüm sorumluluğu erkeğe aitti. O ailenin reisi, her türlü maddi ihtiyaçlarının sorumlusu, her çeşit tehlike ve saldırıya karşı güvenlik görevlisiydi. Siyasî, sosyal, ekonomik ve idarî sorumlulukların bütününe o muhatap olur ve ailede her üyenin yararını o düşü- nürdü. İstediği kadar evlenebilirdi. Kısaca cahiliye döneminde erkek, hem genel anlamda hayat tarzının hem de aile yapısının yegâne düzenleyicisi idi.
Cahiliye döneminde kadının yeri ile ilgili hem Kur’ânî hem de tarihî rivayetler ve kabuller, kadının nasıl horlandığını, haklarının nasıl ihlâl edildiğini, en tabiî haklarından nasıl mahrum bırakıldıklarını çok net olarak ortaya koyarlar. Bu rivayetlere göre, kadının cahiliye toplumunda hiçbir değeri ve önemi yoktur. Kadın kocasının sahip olduğu mallarından her hangi biri gibidir. Çok evlilik olduğu bu toplumda bazı aileler, açlık çekecekleri veya ileride namuslarına leke sürebileceği gibi gerekçelerle, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Bu durumu Kur’ân-ı Kerim çok net bir şekilde açıklar (Tekvir, 81/8-9).
Cahiliye döneminde kadının yeri ile ilgili nakledilen tarihî rivayetlerin, eskiyi bütü- nüyle en kötü yanlarıyla tanıtmak suretiyle, yeni dinin başarısını yüceltme anlayışının sonucu olarak genelleştirildiğini görmekteyiz. Kur’ânî anlatımlar ise, cahiliye toplumunun anlaşılamaz ve asla kabul edilemez bir cehalet içinde göstermekte, o toplumun uç uygulamalarını çarpıcı bir şekilde takdim etmektedir. Bununla birlikte Kur’ân bu uygulamaların genel olduğunu da söylememektedir. Dolayısıyla bu tablolar asla genellenemez. Kız çocuklarının daha doğar doğmaz öldürülmelerinin sadece toplumun bir takım insanları tarafından gerçekleştirildiğini düşünmemiz daha doğru olur.
Hukukî Yapı
Cahiliye döneminde Mekke’de anlaşmazlık ve ihtilâf hallerinde sınırlı da olsa birtakım hukukî çözümler bulunmaktaydı. Ancak bu hukukî çözümlerin icra ve infazını gerçekleştirecek yetkili ve güçlü bir makam yoktu. Hukukî çözümlerin gerçekleşmesi, gelene- ğin yaptırım gücüne bağlıydı ve geleneğe karşı gelme gücünü kendinde bulan suçluların cezalandırılmaları çoğu kez kolay olmazdı. Yargıçlık resmi ve meslekî olmayıp tamamen geleneksel ve ihtiyarî olduğundan yargıçların görevleri sadece hüküm vermekle sınırlı idi. Yetkili ve güçlü bir icra makamının yokluğuna rağmen anlaşmazlıklarda başvurdukları hukuk kurumları bulunmaktaydı. Bunlar:
a. Kabile hakemleri: Araplar aralarında meydana gelen bir ihtilâfı aile ve akrabalar içinde çözümleyemez iseler, kabile hakemlerine müracaat ederler ve onların dediklerini de kabul ederlerdi. Bu hakemler, “şan ve şeref sahibi, güvenilir, doğru, yaşlı ve tecrübeli kişiler idiler” (Yakûbî, tarihsiz). Hacerü’l-Esved’i Kâbe’nin köşe duvarına yerleştirme şerefine kimin, hangi kabilenin sahip olacağı hususunda çıkan ihtilâfın çözümünde de Hz. Peygamber hakem olarak karar vermiş ve onun kararına Mekkeliler saygı göstermişlerdi.
b. Tard ve Hal’ (toplum dışı bırakma ve kanun dışı sayma): Topluma devamlı zarar veren, toplumu rahatsız eden ve bu zararlar ve rahatsızlıkları bir türlü engellenemeyen kişileri kendi kabileleri cemiyet harici bırakmakla cezalandırırlardı. Böylece kabilelerinin korumasından ve himayesinden mahrum kalarak mağdurlarının her türlü müdahalelerine açık hale gelen bu kişiler, yaşadıkları yeri terk ederler ve başka bir yerde yeni bir hayata başlarlardı.
c. Eşnak (tazminat belirleme): Mekke’de kasten işlenen ve cezası kısas olan suçların dışında kalanlar için ceza olarak tazminat ödenirdi. Bu tazminatların miktarlarını tespit etme görevine “eşnak” denirdi. Veraset yoluyla yerine getirilen bu görev
İslâm’dan önce en son Hz. Ebubekir tarafından yürütülmekteydi. Bu görevlinin bir yaptırım gücü yoktu, sadece bilirkişi kimliği ile ödenecek tazminat miktarını belirlerdi. Ödenecek tazminat miktarları ise fazlaca değişken olmayıp genellikle örfe göre belirli idi. En fazla önem ifade eden kan diyetlerinde ödenen tazminat miktarı yüz deve idi.
d. Kasame (yemin ettirme): Kâtili bilinmeyen bir ölünün, ölü olarak bulunduğu yer halkından elli kişinin onu öldürmediklerine ve öldüreni bilmediklerine dair Kâbe’de yemin ediyorlardı. Bu yeminde zanlılar, şayet yalan söylüyor ve yalan yere yemin ediyorlarsa Allah’ın lânetinin üzerlerine olmasını da yeminlerine katıyorlardı. Buna lânetleşme denilmekteydi.
Ekonomik Yapı
Yedinci yüzyılın başlarında, genelde Arap yarımadasının, özelde Hicaz bölgesinin en önemli ekonomik faaliyeti ticaret idi. Taif ve Medine gibi bazı su bulunan bölgelerde sebze ve meyve üretimi; Necd ve Yemame gibi sınırlı birkaç bölgede buğday ekimi yapılmakla beraber, genel olarak bölgenin arazi ve iklim yapısı ziraat ile uğraşmaya pek elverişli de- ğildi. Hayvancılık, deve ve keçi sürüleriyle sınırlı idi. Bu nedenle bölge halkı birtakım ihtiyaçlarının temini için ticarete yönelmişti. Ayrıca Kâbe ve diğer kutsal mekânlara yapılan yolculuklar, bölge ticaretinin pazarları olan panayırların/fuarların gelişmesini sağlayarak bölge ticaretine oldukça önemli katkı sağlamıştır.
Hicaz bölgesi, bu dönemin dünya ticaret ağının en stratejik bölgesinde yer almaktaydı. Fırat’tan Yemen’e kadar, Arap kabileleri kervanlarla birbirlerine bağlanırdı. Özellikle bölgenin ticarî faaliyetlerinin merkezinde yer alan Mekke, Avrupa ile Hindistan arasındaki uluslararası ticaretin, Yemen’den başlayan ve Şam’da sona eren güney-kuzey ticaretinin, Habeşistan’dan Mezopotamya’ya ve Mısır’dan Basra Körfezi ve Yemen’e giden ticaret yollarının mutlaka uğradıkları bir istasyon şehir idi.
İslâm medeniyeti, hem uzak hem yakın arka planında hazır bulduğu bu eski medeniyetlerin mirasını kabul etmiştir. Bizans İmparatorluğu ve daha önemlisi İskenderiye aracılığıyla Grek mirasını; Kalde, Bâbil ve Hint medeniyetlerinden çizgiler taşıyan Sasânî (İran) mirasını ve özellikle Bağdat’ta kurulan “Beytü’l-Hikme”de yapılan tercümelerle Hind mirasını ve farklı ilişkilerle ulaştığı Çin mirasını bir bütün olarak reddetmemiş, onlardaki en iyi olan şeyleri alıp özümsemesini bilmiştir. Onlara İslâm’ın özünü katmıştır. Böylece onları bir yandan yepyeni bir ruh ile insanlığa yeniden sunmuş, diğer yandan da kendi kuruluşunda önemli bir katkı unsuru olarak kullanmıştır. Yakın arka plan dediğimiz ve içinde yaşadığı coğrafyanın kültür ve medeniyet unsurlarını tabii olarak daha fazla payla kendisine ortak etmiştir.
İslâm Medeniyetinin Kaynakları
Medeniyetlerin kaynaklarını belirleme konusunda farklı yaklaşımlar vardır. İbn Haldun medenî topluluğu, insan neslinin devamı için zorunlu görür. Medenîleşmenin de bedevî unsurların şehre yerleşmesinden sonra başladığını söyler. Hegel ve Marks medeniyetin zıtların çatışmasından kaynaklandığını savunurlar.
Toynbee’ye göre ise medeniyetlerin ortaya çıkışlarındaki sebep, böyle basit ve tek ba- şına bir etken değildir. Medeniyetler kendilerini meydana getiren etkilerin bütününün katkılarıyla oluşur. Toynbee’nin dışındaki ilim ve fikir adamları medeniyetin oluşmasını etkenlerin biri veya birkaçıyla açıklamaya çalışmışlardır. Üstelik bunu da bütün medeniyetler için geçerli saymışlardır. Medeniyetler uzmanı olan Toynbee, bu konuda diğerlerinden daha geniş ve kapsayıcı düşünmektedir.
Medeniyet kavramının, eklendiği isimle ayrılmaz bir âidiyet bağı bulunur. Mezopotamya medeniyeti denildiğinde Mezopotamya coğrafyasıyla, Batı Hıristiyan medeniyeti denildiğinde Hıristiyanlık diniyle, Osmanlı medeniyeti denildiğinde Osmanlı milleti ve coğrafyasıyla kaçınılmaz ve ayrılmaz bir bağ kurulmaktadır. Bu bağ o medeniyeti büyük ölçüde kuran ve yönlendiren bir bağdır. Aynı şekilde İslâm medeniyeti denildiğinde de, İslâm dini ile medeniyeti arasında kurucu ve yönlendirici ayrılmaz bir bağ olduğu açıktır. Üstelik İslâm dini insanların ürettiği şeylerin bir parçası değil, onların üstündedir, önündedir, onların temelini teşkil eder. Başka bir ifadeyle İslâm dini, medeniyetin herhangi bir unsuru değil, onun belirleyicisidir.
İslâm medeniyetinin doğuşunda ve gelişmesinde Müslümanlar neyi nasıl yapmışlarsa onlara öyle yaptıran İslâm’dır. Bu dinin tarihe yaptığı rehberliğin bir sonucu olan İslâm medeniyeti, tarihî alanda yerini alırken elbette vârisi olduğu diğer medeniyetlerden yararlanmıştır. Ancak kısa bir zaman sonra kendine ait özgün yapısını meydana çıkarmıştır (Görgün, 2003).
“Gözümüzün önünde, tasavvuru mümkün olmayan bir emsalsizlik ile müşahhas bir hadise olarak ansızın beliriveren manevî güç, kendi dışındaki bir ilkeden kaynaklanıyor olamaz.” (Ranke, 1989)
İslâm medeniyetinin doğuş sürecinde iki temel kaynağı vardı. Bunların biri vahiy, diğeri vahyi hayata aktaran Hz. Peygamber’di; başka bir ifadeyle Kur’ân ve Sünnet idi. Gelişme sürecinde bu temel kaynağa doğal olarak, yazılı kaynaklar, sanat eserleri, diğer medeniyetlerin yaşayan unsurları ve onlardan yapılan tercümeler gibi daha başka kaynaklar da eklenmişti.
Kur’ân ve Hz. Peygamber
Kur’ân’ın bütün mesajlarını ve yol göstermelerini, Hz. Peygamber’in bütün yaptıklarını dikkatlice incelediğimizde, karşılaşılan her durumda içsel bir bütünlük ve hiç şaşmayan bir hedef duygusunu görürüz. Bu duygu ilk Müslümanları ve onları tâkip edenleri, yani sahabeyi ve tabiîni, derinden etkilemişti. Çünkü Kur’ân, Allah merkezli bir kitap; Hz. Muhammed, Allah aşığı bir peygamber; sahabe de hem Allah hem Kur’ân hem de Hz. Peygamber aşığı bir toplumdu. Onlar Kur’ân’ın buyruklarına ve Hz. Peygamber’in örnekliğine tam olarak uydular. Böylece Kur’ân’ın medeniyete temel teşkil eden buyrukları ve önerileri, bunları aşkın bir kararlılıkla hayata geçiren Hz. Peygamber’in örnekliği onların omuzlarında İslâm medeniyetinin doğuşunu hazırlamıştır. Genelde bütün medeniyetler için geçerli olmakla birlikte, özelde İslâm medeniyeti için temel olan Kur’ânî mesajları ana başlıklar halinde şöyle sıralayabiliriz:
1. Allah insan için medenî bir ortamın bütün fizîkî şartlarını hazırlamış ve yeryüzünü buna uygun düzenlemiştir. “Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur” (Bakara, 2/29) ayetinde ve daha yüzlerce ayette bu durum açık bir şekilde belirtilmektedir.
2. İnsan yeryüzünde halife olarak yaratılmış ve bu hususta da bilgilendirilmiştir. (Bakara, 2/30-31; En’am, 6/165; Yunus, 10/73; Neml, 27/62; Fâtır, 35/39) Başka bir grup ayette de, yeryüzünde halife kılınan insandan, hak ile hükmetmesi, nefsinin isteklerinin peşinden gitmemesi, her zaman Allah’a kul olma bilinci ve davranışı içinde bulunması istenir. Bu sebeple yeryüzünün halifesi olduğu öne çıkarılır (Âraf, 7/69,74; Yunus, 10/14; Nur, 24/55; Sa’d, 38/26).
İlk ayet grubunda yaratılışın anlamını belirleyen bilinç üzerinde durulur, diğer ayet grubunda ise bu bilincin gerçekleşme yöntemi sunulur. Bunlar aynı zamanda İslâm medeniyetinin de temel unsurlarını teşkil ederler.
3. Eşya, insanın emrine ve hizmetine sunulmuştur. “Allah’ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz?” (Lokman, 31/20) ayetinde görülmektedir ki, eşya bütünüyle insan tarafından kurulacak olan medeniyetin hizmetine sunulmuş ve insan da, eşya üzerinde her türlü eylemi yürütebilecek, bunları işleyecek ve geliştirecek donanımda yaratılmıştır.
Aynı zamanda insan-eşya ilişkisinin nasıl olması gerektiği hakkında temel ilkeler sunulmuştur. Buna göre insan eşyayı, eşyanın varediliş amacına uygun kullanacaktır. Eşyayı araç olmaktan çıkarıp amaç olarak görmeyecektir. Eşya insana değil, insan eşyaya egemen olacaktır. Doğayı tahrip ederek ekolojik dengeyi bozmaktan şiddetle kaçınacaktır.
4. İnsana hem yeryüzünde Allah’ın hükümranlığının önüne hiçbir şeyi geçirmeme sorumluluğu hem de yeryüzünün imar edilmesi görevi verilmiştir.
5. Kur’ân, Müslümanları, “Dünyada insanlara yol göstermek ve onları ıslah etmek için çıkarılmış en iyi topluluk olarak tanımlar” (Âl-i İmrân, 3/110). Müslümanlar, Allah’ın kendilerini “en iyi topluluk” olarak tanımlamasını ve kendilerine “yol gösterme ve ıslah” görevi vermiş olmasını en büyük onur kabul etmişlerdir. Yaklaşık beş yüzyıl bütün dünyanın hayranlıkla izlediği İslâm medeniyeti bu onurlu görev bilincinin bir sonucudur.
Bu Kur’ânî mesajlar bir anlamda insanın yeryüzü ile bağını düzenler. İnsana halife olarak yeryüzündeki davranış biçimlerini ve sorumluluklarını hatırlatır. Allah insana yeryüzü- nün halifeliğini verirken onu rehbersiz, ne yapacağını bilmez bir durumda bırakmamış, yine kendilerinin içinden seçtiği birini onlara kılavuzluk ettirmiştir. Onu en güzel örnek olarak tanıtmıştır. Bu bakımdan peygamberler, insanlığın medeniyet rehberleri olmuşlardır.
İlk peygamberden sonuncusuna kadar bütün peygamberler, insana, yeryüzü hilâfetinin gerektirdiği doğrultuda medeniyetler kurabilme yollarını göstermişlerdir. Bu nedenle bü- tün peygamberler, insanlık tarihinde önemli medeniyetlerin temsilcileri olmuşlardır. Yeryüzünde, insanın bütün yönlerini hesaba katan, onun hiçbir yönünü gözardı etmeyen, bütün medenî adımlar, peygamberlerin getirmiş olduğu mesajlar doğrultusunda atılabilmiştir (Pazarbaşı, 1996).
Hz. Peygamber, Medine’de inanç kardeşliği çerçevesinde Ensar ve Muhaciri kardeş yaparak hayatı paylaştı ve paylaştırdı. İnsanlık kardeşliği çerçevesinde Yahudiler ile siyasi birlik anlaşması yaparak yaşanan hayatı ortak bir zeminde buluşturdu. Yine insanlık kardeşliği çerçevesinde Hıristiyanlar ile inanç hürriyeti bağlamında farklı inanca saygı ilkesini yerleştirdi. İslâm medeniyetinin temelleri olacak olan bu peygamberî davranışları örnek alan Müslümanlar, en kısa zamanda inançlarının mührünü taşıyan kurumları, sanat ve edebiyatı, ilim ve fenni, sosyal ve siyasî teşekkülleri kurmayı başardılar. Bu kurumlar, yaklaşık beş yüzyıl İslâm medeniyetinin ana ekseni olarak bütün dünyayı derinden etkiledi.
İslâm Medeniyetinin Özü
İslâm medeniyetinin özü genel anlamda İslâmdır. Özel anlamda da İslâm’ın da özü olan tevhiddir. Bunda hiç tereddüt yoktur. Bunu biraz daha açalım: İslâm dininin olduğu gibi İslâm medeniyetinin de bilinebilir ve analiz edilebilir veya tarif edilebilir özü tevhiddir. Çünkü tevhid, hem İslâm dininin hem de İslâm medeniyetinin ilk belirleyici prensibidir. Ahenkli bütününe medeniyet adını verdiğimiz her unsur bir şekilde tevhide yönelik bir anlam ve bir simge taşır. Çünkü İslâm inancında, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’ı hoşnut etmeye yönelik her girişim ve davranış ibadet olarak kabul edilmiştir.
Evrenin ve evrendeki bütün varlıkların yaratılmasının evrensel bir amacı vardır. Evrenin sahibi bu amacı, peygamberlerine gönderdiği kitapları ve dinleri aracılığıyla bize bildirmiştir. Bunlara göre, dünya kesinlikle bir rastlantı sonucu var değildir. Boş yere oyun ve eğlence olsun diye de yaratılmamıştır (Âl-i İmrân, 3/191; Mü’minûn, 23/15-16). Dünyanın her unsuru ile gerçek ve değişmez bir düzeni vardır.
İnsanın dışındaki bütün varlıklar Allah’ın kendilerini yarattığı evrensel gayeye zorunlu olarak hizmet ederler. Sadece insan bu konuda zorunlu tutulmamış özgür bırakılmıştır. İnsan yaratılış gayesine hizmet etmeye davet edilmekle yetinilmiştir; o isterse yaratılış gayesine, isterse başka bir amaca hizmet eder. Hiçbir gayesi olmadan da yaşayabilir. İşte insanın davet edildiği hizmetin gerçekleşme boyutunun öncelikli zemini medeniyettir. Burada her unsurda ilâhî çağrıya uyum gözlemlenebilir. Bu uyum ise İslâm medeniyetinin özüdür ve aynı zamanda da misyonudur.
Nil’den Amuderya’ya kadar uzanan ve Bereketli Hilâl adı verilen bölgede İslâm medeniyeti öncesinde kurulmuş olan Asur, İkinci Bâbil, Sâsânî, Helen ve Roma gibi büyük devletler bu şekilde bir misyon edinmedikleri için kurdukları veya yaşadıkları medeniyetler sadece cisimler olarak varoldular ve tarihe tanıklık eden kalıntılar olarak yaşadılar. Oysa İslâm medeniyetinin temellerini atan ilk Müslümanlar bütün yapıp ettiklerinde bu uyumu çok açıkça ortaya koymuşlardır. Onlar medeniyetlerine tevhidden aldıkları bir misyon yüklediler. Bu misyon aynı zamanda İslâm medeniyetinin ruhu oldu. Tanıklık ettiği zamana ve mekâna ruh verdi. İşte bunun için bazı tarihî dönemlerin, bazı medeniyetlerin, bazı şehirlerin ruhu vardır.
İslâm medeniyetinin özünün tevhid olmasını daha açık ve somut bir biçimde şöyle dile getirebiliriz. Tevhid, Allah’tan başka ilâh olmadığına inanmak, kabul etmek ve buna tanıklık etmektir. Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’ın, her şeyin tek yaratıcısı, her şeyin ilki ve sonu, yani ezelî ve ebedî olduğunu, her şeyin O’ndan geldiğini ve sonunda yine O’na döneceğini kabul etmek demektir. Bütün tabiat kanunlarının, bütün nedenselliklerin, bütün sebep-sonuç zincirlerinin ve bütün diğer kanuniyetlerin O’na bağlı oldu- ğuna inanıp tanıklık etmek demektir. İşte ilk Müslümanlar kurdukları medeniyete bu özü yerleştirmişler ya da medeniyetlerini bu öz etrafında oluşturmuşlardır.
İnsan, özgür iradesiyle Allah’a kul olma teklif ve sorumluluğunu kabul eden tek varlıktır. Bunun için insan melekler de dâhil olmak üzere bütün yaratılmışlardan üstün tutulmuştur. İslâm medeniyeti insanı bu kıymet içinde ele alır. Oysa Eski Yunan medeniyeti insanı tanrılaştırır. Hıristiyanlık buna karşı çıkar, ancak o da Hz. Âdem’in işlediği ilk gü- nah sebebiyle insanı alçaltır ve büsbütün kıymetten düşürür. Hinduizm insanı kast sistemi içinde ele alır ve insanlığın çoğunu bu sistemin en alt sınıflarına yerleştirir. Budizm de insanın temelde varoluşunu kötü kabul eder ve insanın çabasını bundan kurtulmak olarak belirler (Farukî, 1997). Yukarıda belirttiğimiz gibi İslâm medeniyeti insanı ne ilâhlaştırır, ne de alçaltır; onu ait olduğu yere yerleştirir.
İslâm medeniyetinin özünü oluşturan en önemli unsurlardan biri de İslâm ahlâkıdır. Dünyayı isteme ve sevme medeniyet kurucu bir unsurdur. Başka bir ifadeyle, medeniyet kurmak dünyayı sevmeyi ve onu geliştirmek için çaba sarfetmeyi ister. Ancak dünyayı sevme ve isteme ilâhî ahlâkın disipline ettiği bir dünya arzusuyla sınırlı olmalıdır. Eğer bu sınır korunamaz ise, o medeniyet ahlâkî unsurunukaybeder, tamamen dünyevîleşir ve mensuplarını hızla hüsrana sürükler. Bu sınırı sağlam ve dengeli bir şekilde insanlığa sunan sadece İslâm ahlâkıdır. Bu ölçüyü hayata en mükemmel şekilde aktarmış olan da Hz. Peygamber’dir. “Eğer dünyada saf ahlâkî durumları çizebilecek bir ressam olsaydı, çizilecek bu son derece ilginç, çekici ve önemli tablo, Hz. Peygamber’in ahlâk âbidesi tablosu olurdu” (Fazlur Rahman, 1996).
İslâm medeniyetini bu özüyle yeniden inşa etmeye bu gün her zamandan daha çok ihtiyacımız var. Ülkeler arası sınırların sembolik hale geldiği günümüz dünyasında, sadece bizim değil bütün dünyanın, bütün insanlığın ve hatta bütün yaratılmışların böyle bir medeniyetin yeniden inşasına ihtiyacı vardır.
Câbirî, M. Â. (1997). İslâm’da Siyasal Akıl, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul.el-Fârûkî, İ. R.-el-Fârûkî, L. L. (1997). İslâm Kültür Atlası, çev. M. O. Kibaroğlu - Z. Kibaroğlu, İstanbul.Fazlur Rahman. (1996). İslâm ve Çağdaşlık, çev. A. Açıkgöz - M. H. Kırbaşoğlu, Ankara.Gökalp, Z. (1976). Türk Medeniyeti Tarihi, haz. İ. Aka - K.Y. Kopraman, İstanbul.Görgün, T.(2003).“Medeniyet, Modern Tartışmalar”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, Ankara.Hamidullah, M. (1988). İslâm Anayasa Hukuku, ed. Vecdi Akyüz, İstanbul.Hitti, Ph. K. (1980). Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, çev. S. Tuğ, İstanbul.Hodgson, M. G. S. (1993). İslâm’ın Serüveni, çev. İ. Durdu - E. Karataş, İstanbul.Huntington, S. P. (2000). Medeniyetlerin Çatışması, der. M. Yılmaz, İstanbul.İbn Haldun. (1988). Mukaddime, çev. Z. K. Ugan, İstanbul.İbn Hişam. (tarihsiz). es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut.İbn Kesir. (2007). el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut.Kazıcı, Z. (1999). İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul.Kutluer, İ. (2003). “Medeniyet”, T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, Ankara.Mez, A. (2000). Onuncu Yüzyılda İslâm Medeniyeti İslâm’ın Rönesansı, çev. S. Şaban, İstanbul.Pazarbaşı, E. (1996). Kur’ân ve Medeniyet, İstanbul.Ranke, L. O. (1989). “İslâm Medeniyetinin Kaynakları”, İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, çev. İ. Kutluer, İstanbul.Sarıçam, İ. - Erşahin, S. (2006). İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara.Taberî. (1987). Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Beyrut.Tanilli, S. (1991). Uygarlık Tarihi, İstanbul.Toynbee, A. J. (1980). Medeniyet Yargılanıyor, çev. U. Uyan, İstanbul.Turan, Ş. (1994). Türk Kültür Tarihi, İstanbul.Yakûbî. (tarihsiz). Târîhu’l-Ya‘kûbî, Beyrut.
İslâm Medeniyetinin Özellikleri
Tarihten günümüze kadar insanın bulunduğu her yerde, az veya çok medenîleşme hareketinin görüldüğü bilinen bir gerçektir. Zira toplu yaşayışın doğurduğu medenî ilerlemeler, insanın yeryüzünde var olduğu günden beri devam edip gelmektedir. Bu bakımdan, günümüze gelinceye kadar insanlığın birbirinden farklı özellik taşıyan kaç medeniyetle karşılaştığı kesin olarak bilinememektedir. Bununla beraber ünlü medeniyet tarihçisi Arnold Toynbee, tarihteki 16 medeniyetin öldüğünü, 5’inin de günümüz Batı medeniyeti tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtmektedir.
Medeniyetler ve İslâm Medeniyeti
Günümüze geldiğimizde iki medeniyet bölgesinin ağırlık kazandığı görülmektedir. Bunlardan biri, Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğer sistemlerin tesirinde bulunan Batı medeniyeti, diğeri de İslâm dininin yayıldığı bölgelerde hâlâ etkisini sürdüren İslâm medeniyetidir. Doğuşu ve gelişmesi esnasında İslâm, birbirinden tamamen farkla dört medeniyet ve kültür alanı ile karşılaştı. Bunlar: Roma (Bizans)
İran Hint Çin
İlme önem veren ve ilmî gelişmelere açık olan İslâm sayesinde Müslümanlar kısa sü- rede damgalarını vurdukları bir medeniyet meydana getirdiler. Bu medeniyet, kısa bir zaman diliminde Cebel-i Tarık Boğazı’ndan Çin Seddi’ne kadar olan geniş bir sahayı kapladı. Müslümanlar, bu bölgelerde yaşayan halka şefkat ve merhamet gösterdiler. Gerek inanç, gerekse yaşayış bakımından onları zorlamadılar. Böyle bir uygulamadan dolayı bölge insanlarıyla problemsiz şekilde bir arada yaşamayı hayata geçirdiler.
Böyle bir yaşantı, kısa sürede toplumda müsbet gelişmelere fırsat verdi. Nitekim ilk fetihlerden hemen sonra Müslümanlar, fen, ilim, sanat, iktisat, tıp, tarih, edebiyat ve felsefe gibi ilimlerde büyük bir ilerleme kaydettiler. Böylece büyük bir medeniyet kurulmuş oldu. İslâm medeniyeti, Asya, Afrika ve Avrupa’nın önemeli bir kısmını içine almakla kalmamış, aynı zamanda özellikle günümüz Avrupasının medeniyeti olarak bilinen Batı medeniyetinin gelişmesinde de büyük bir rol oynamıştır. Bugün, aktif fonksiyonunu kaybetmiş gibi görünmekle birlikte halen yaşamakta olan bu medeniyetin büyük bir etkisi bulunmaktadır.
Medeniyetler, mensubu bulunan insan ve coğrafyaya göre farklı özellikler taşırlar. Bu bakımdan çeşitli medeniyetlerden herhangi birisinin yayılma sahasına dikkatli bir gözle bakıldığı zaman, içine aldığı kavimlerin çokluğuna, ırk, cins, dil, renk ve kültür farklığına rağmen herkes tarafından kullanılan ortak bazı tarafların bulunduğu görülür. İşte bu ortak yönler, o medeniyetin esasını, ruhunu ve özünü teşkil ederler. Bunlar, o medeniyeti diğer medeniyetlerden ayırırlar. Söz gelimi, sıradan bir insan İstanbul’dan kalkıp Merakeş, Kuala Lumpur, Kahire, Mekke, Şam, Tahran, Bakü, Şiraz, Kabil, Lahor, Semerkant, Kalkuta’ya gitse bu şehirlerin hiç birisinde kendini tamamıyla yabancı hissetmez. Kendisini az çok alışmış olduğu levhalar, şekiller, hareketler ve tavırlar arasında görür. Buna karşılık yanı- başındaki Sofya, Atina vs. gibi başka medeniyetlere bağlı şehirlere gittiği zaman kendisini yabancı olarak görür. Bu durum, medeniyet farklılığından ileri gelir.
Diğer medeniyet gruplarında da benzer durumları görmek mümkündür. Bu sebepledir ki, aynı medeniyet sınıfına dâhil olan milletler arasındaki ister maddî, ister manevî olsun genel ve ortak yönler o medeniyetin özelliğini ortaya koyar. Öyle görünüyor ki, farklı toplumları kültür bakımından ayırt eden şey, onların kullandıkları alet ve vasıtalardan ziyade bu alet ve vasıtaların gerisindeki zihniyet veya manevî değerler bütünüdür.
İslâm medeniyeti, İslâm dinini kabul eden milletlerin elbirliği ile meydana getirdikleri ortak bir medeniyetin adıdır. Hz. Peygamber’le başlayan bu medeniyetin kuruluş ve gelişmesinde Araplar, İranlılar ve Türklerin büyük payları olduğu bir gerçektir. Nitekim W. Barthold’un da işaret ettiği gibi, İslâm medeniyeti veya Arap medeniyeti adı, Orta Zaman Şark medeniyetine verilmektedir. Bu medeniyeti meydana getiren Müslümanlar, sadece Araplar olmadığı gibi, Yakın Asya ve kısmen Afrika halklarının tamamı ilim ve edebiyat dili olan Arap dili vasıtasıyla birleşmişlerdi. Bu birlik, öyle bir medeniyet meydana getirdi ki, günümüz Batı medeniyeti gelişmesini buna borçludur.
Gerçekten VII. asırdan başlayıp XIII. asra kadar devam eden dünya medeniyeti tarihi, İslâm medeniyetinden ibarettir. Tarihin kabul ettiği reddedilmez gerçeklerden birisi de, milâdın VII. yüzyılından XIII. yüzyılın ortalarına kadar hem Avrupa’nın, hem de Ön Asya’nın en medenî ve ileri memleketlerinin İslâm ülkeleri olduğudur. Bu devirde Bağdat ve Kurtuba, dünya zenginliklerinin aktığı, ticaretin son derece hareketli olduğu ve çeşitli sanatların geliştiği en zengin şehirlerdi. Bütün bu gelişmeler İslâm’ın ilme verdiği değer sayesinde olmuştur. (Bammat, 1975)
Eğer bir medeniyetin yaratıcı eserleri ve manevî değerleri, düşünce alanında sağladığı zenginlikler ve gerçekleştirdiği maddî ilerlemelerle belirtiliyorsa elbette ki, İslâm’ın ortaya çıkışından itibaren Osmanlıların son dönemine kadar olan süreci dünya tarihinin en önemli devrelerinden birisi olarak kabul etmek gerekecektir.
Hz. Peygamber döneminden başlayıp devam eden İslâm medeniyeti, Kur’ân ve Sünnet’ten aldığı ilhamla insanî birçok değer ortaya koymuştur. Nitekim sadece Allah’ın rızasını kazanmak için kurulan vakıfların bir benzerini başka medeniyetlerde görmek pek mümkün değildir. Vakıf ise başkalarına yardım etmek gayesiyle kurulan tesislerdir. Müslümanlar, bu tesisler sayesinde adeta bir “Vakıf Medeniyeti” meydana getirmişlerdi. Konu ile ilgili vakfiyeler, mahkeme kayıtları (şer’iye sicili), arşiv belgeleri, yerli ve yabancı seyyahların eserleri (seyahatnameler) bütün bu söylediklerimizin birer şahidi olarak günümüze ışık tutmaktadırlar. Bu değerler, bir taraftan toplumdaki fertlerin birbirlerini sevmelerine, birbirlerine güvenmelerine ve birbirlerine yardım etmelerine sebep olurken, öbür taraftan da başkalarının hak ve hukukuna tecavüz etmemelerine sebep oluyordu.
Din, vicdan, düşünce, kişisel hak ve hukuka riayet gibi insanlık için gerekli olan prensipler, İslâm toplumunun meydana getirdiği medeniyette yerlerini aldılar. Bu değerler, bazen Kur’ân’ın emirleri, bazen de Hz. Peygamber’in uygulaması şeklinde Müslümanlara ulaştı. Bu tür emir ve uygulamaları göz önüne alan Müslümanlar, evrensel insan hakları beyannamesinin ortaya çıkışından asırlarca önce bunu fiilen uygulama alanına koydular.
İslâm medeniyetinin koyduğu değerler, sadece insanları değil, hayvanları da kapsıyordu. Hayvan hakları da koruma ve güvence altına alınmıştı. Nitekim hayvanlar için kurulmuş bulunan vakıflar ile mer’a vakıfları bunun en güzel örneklerini oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman İslâm’ın insan, hayvan ve hatta çevre ile ilgili emirleri bu medeniyetin değerlerini ortaya koymaktadır. İslâm medeniyeti değerlerinin tamamına burada yer vermemiz pek mümkün olmayacaktır. Bu sebeple biz, sadece evrensel olan ve günümüzde de insanlığın özlemini çektiği ve uygulamasına pek tanık olamadığı bazı değerlere kısaca temas edeceğiz.
İslâm Medeniyeti ve İlim
İslâm kültür ve medeniyetinin en önemli kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim, ilk ayeti ile okumayı emretmektedir. Bu kitabın kendisine gönderildiği Hz. Peygamber de ümmetine bu yolda talimat veriyordu. Kur’ân ile Hz. Peygamber’in okuma ve öğrenmeyle ilgili emirlerini göz önünde bulunduran Müslümanlar, daha İslâm’ın ilk yıllarından itibaren öğrenmek için bütün imkânlarını seferber ediyorlardı. Başlangıçta bu imkân daha ziyade dinî alanda kullanılıyordu. Zira bu bilgilerin bir kısmı günlük, bir kısmı haftalık, bir kısmı aylık, bir kısmı da senelik ibadetleri için gerekli idi.
Dinî bilgilere sahip olunmadan ibadet yapılamazdı, ancak ibadetler için gerekli olan bilgilerin sadece dinî bilgiler olmadığını da belirtmek gerekir. Zira namaz kılmak veya oruç tutmak isteyen bir Müslüman, başını yerden kaldırıp gökleri araştırmak ve ay ile güneşin hareketlerini takip etmek zorundadır. Bu da basit bir şekilde de olsa bir astronomi bilgisine; zekât vermek isteyenin matematik bilgisine; hacca gitmek veya namaz kılmak için kıble yönünü tayin etmek isteyen kişinin en azından coğrafya bilgisine sahip olma zaruretini duyar. Bütün bunlar, zamanla Müslümanların değişik branşlardaki ilimlerle uğraşmalarına sebep oldu. Özellikle bazı hadislerin genel anlamda ilmi teşvik etmeleri, Müslümanların asırlar boyu her türlü ilmî faaliyette bulunmalarına vesile oldu.
İslâm, maddî olduğu kadar, manevî alanda, başka bir ifade ile hayatın bütün alanlarında uygulanan bir sistem olduğundan, onun gayretini sadece ruhanî ve manevî saha ile sınırlandırmak mümkün değildir. Bu gayret sayesindedir ki, İslâm dünyasında ilimlerin hemen her şubesiyle uğraşılmıştır.
İslâmî anlayışa göre ilim ve ibadet, birbirinden ayrılmayan iki unsurdur. Bu sebeple Müslümanlar, İslâm’ın ilk asırlarından itibaren çeşitli ilimleri araştırmaya başladılar. Baş- langıçta kısmen tercüme şeklinde olan bu çalışmalar, daha sonra gelişerek bizzat Müslü- manların kendi eserleri olarak ortaya kondu. Bu çalışmalarda Kur’ân, Sünnet, Fıkıh, Kelam gibi tercümeye ihtiyaç duymayan dinî ilimlerin yanında tarih, coğrafya, astronomi, tıp, felsefe, matematik, mimarî, iktisat, sosyoloji vs. gibi ilimler de onların çalışma alanlarına girdi. Böylece kısmen unutulmuş, kısmen de terk edilmiş bulunan birçok ilim dalı- nın gelişmesi, Müslümanlar sayesinde gerçekleşti. Bu yüzden, hiç çekinmeden günümüz medeniyetinin İslâm araştırmalarının üzerine bina edildiğini söyleyebiliriz.
Bu konuda birkaç isim sözlerimizin şahidi olarak hatırlanacaktır. et-Taberî, Râzî, İbn Cülcül, İbn Cezzar, İbn Sina, el-Mesûdî, el-Birûnî, İbn Hazm, İbn Rüşd, el-Gazzalî, İbnü’n-Nefis, Abdülaziz es-Sivasî, Geredeli Murad, Hacı Paşa, Mukbilzâde Mümin, Sabuncuoğlu Şerafeddin Ali, Ak Şemseddin, Ali Kuşçu, Mirim Çelebi, İbn Kemal, Ebussuûd Efendi gibi birçok âlim, çalışmaları ile bütün dünyaya ışık tutmuşlardı.
Müslüman âlimlerin çalışmaları ve medeniyete olan katkıları, yavaş yavaş günümüz Batı dünyası tarafından da kabul edilmektedir. Nitekim Montgomery Watt, hem bu durumu, hem de batı âleminin İslâm dünyasına karşı beslediği kin ve garezine temas ettiği ifadesinde şunları söylemektedir:“Müslümanlarla Hıristiyanların, Araplarla Avrupalıların bir dünya içinde gittikçe kaynaş- tığı şu zamanda İslâm’ın Avrupa’ya yaptığı tesiri incelemek, son derece isabetli bir çalışmadır. Ortaçağ Hıristiyan yazarlarının zihinlerde tablosunu çizdikleri İslâm’ın, tamamen iftira mahsulü olduğu çoktandır bilinmektedir. Yalnız şimdi geçen asır boyunca araştırmacıların yaptıkları tetkikler sayesinde batılıların gözleri önünde daha objektif bir şekil belirmektedir. Fakat biz Avrupalıların kör gözü, İslâm kültürüne olan borcumuzu görmeye manidir. Geçmişten gelen mirasımıza İslâm’ın yaptığı tesirin kıymet ve kadrini bazen küçümsüyor, bazen de tamamen görmezlikten geliyoruz. Müslüman ve Araplarla daha iyi münasebetler kurabilmek için borçlarımızın tamamını itirafa mecburuz. Onu saklamak ve inkâr etmek sahte bir gurur alâmetidir.” (Watt, 1986)
Gerek günümüzde, gerekse daha önceleri dünyanın her tarafında ciddi çalışmaları ile İslâm medeniyeti ürünlerini gün ışığına çıkaran pek çok araştırma yapılmış veya yapılmaya devam edilmektedir. Bu eserlerden bir kısmı sadece bir alanı ele aldığı gibi, bir kısmı da genel olarak “İslâm Medeniyeti”ni ele almaktadır. Konumuz itibariyle bütün bu çalışma ve ürünlerini detaylı bir şekilde ele alıp inceleyemiyoruz. Ancak yine de bir fikir vermek için bu çalışmalardan birisinin belli bir konuyla ilgili verdiği bilgiyi kısaca buraya alıyoruz.
Çiçek açma çağı olan 10. asırda İslâm medeniyeti, Himalayalar’dan Pireneler’e, Karadeniz’den Aden Körfezi’ne kadar uzanan bütün İslâm dünyasına nüfuz etmişti. Bağ- dat, Suriye ve Irak toprakları üzerinde eski Şark dünya devletinin ananelerini tecessüm ettiriyordu. Ön Asya’nın bütün ticaret yollarının düğüm noktası olan bu şehir, milletler arasındaki hareketlerin bir toplanma merkezi haline gelmişti.
Bilindiği gibi dinler, toplumların düşünce, anlayış, hareket ve davranışlarının şekillenmesinde büyük rol oynarlar. İşte İslâm medeniyetinin doğuşunu, gelişmesini ve şekillenmesini sağlayan en büyük etken, İslâm dininin ilme verdiği değerden başkası değildir. Sözü edilen medeniyetin gelişmesine etki eden daha başka âmiller olmakla beraber en büyük etkenin ilim olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira ilim olmadan ilerleme ve gelişmeden söz etmek mümkün değildir.
Toplumu ıslah etmek ve onun fertleri arasında ahenkli bir düzen sağlamak için eğitim-öğretim faaliyetleri programlarının yapılmasına ve zamanla bunların sistemli bir şekil almasına ihtiyaç vardır. Buna göre İslâmî eğitim ve öğretimin gayesi, iyi ve dengeli insan yetiştirme olmaktadır. Bu anlayış, ırk, din, dil, renk, zaman, sınır ve coğrafî bölge gibi kayıtlarla sınırlandırılmış değildir. Bu sebeple Hz. Peygamber’den zaman ve mekân belirtilmeden eğitim ve öğretim faaliyetleriyle ilgili pek çok hadis rivayet edilmiştir.
Hz. Peygamber’in, bizzat kendisinin bir öğretici olduğuna işaretle “Allah, beni bir muallim (öğretici-öğretmen) olarak gönderdi.” (İbn Mâce, Sünen, Mukaddime, nr. 229) şeklindeki hadisi, Müslümanlar için bir rehber olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’in, “Ey Rabbimiz! Onlara, kendi içlerinden senin ayetlerini okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder” (Bakara, 2/129) ayeti de bir anlamda onun vazifesinin öğreticilik olduğuna işaret etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de ilimden bahsedip araştırmayı ve buna bağlı olarak tefekkürü (düşünce) teşvik eden pek çok ayet bulunmaktadır. Biz, örnek olması bakımından bunlardan sadece birkaçının mealini vermekle yetinmek istiyoruz: “De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9)“Rabbim, ‘benim ilmimi artır’ de!” (Tâhâ, 114)“Şayet bilmiyorsanız ilim ehline sorun” (Nahl, 43) “Kalem ve yazdıklarına yemin ederim ki,” (Kalem, 68/1).
Görüldüğü gibi burada işaret edilen ayetler ile benzeri daha birçok ayet, ilmi, araştırmayı ve düşünmeyi teşvik etmektedir. Hatta öğrenme vasıtalarının en önemlilerinden biri olan “kalem”e yemin edilmesi, İslâm’ın bu konuda nasıl anlayışa sahip olduğunu göstermektedir.
İslâm ülkelerindeki ilmî hayatın gelişmesinin ikinci dönemi diyebileceğimiz XI. yüzyı- lın müstesna bir yeri vardır. Bu asırdan itibaren, sistemli bir eğitim ve öğretim yeri olarak medreseler, halkın dinî, medenî, sosyal ve kültürel gelişmesinde faal bir rol oynamaya başladılar.
Bu durum, tarihte kurulan büyük devletlerden biri olan Osmanlı Devleti’nde de böyle idi. Bu devlette ilme verilen değer, kuruluş yıllarından itibaren kendisini göstermeye baş- lamıştı. Zira Osmanlı beyleri ve sultanları, belli bir kültür ve anlayış çerçevesinde devrin ilim adamlarını etraflarında toplamışlardı. Gerek toplum, gerekse devlet ilim adamlarına büyük bir değer veriyordu. Bundan dolayı ilim adamlarının eğitim-öğretim (tahsil) konusunda karşılaşabilecekleri her türlü olumsuzluğu ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı.
Bu devlette, ilim ve bu sahanın mensuplarına itibar edilip saygı gösterildiği için İran, Horasan, Dağıstan, Hindistan, Buhara, Halep, Şam, Mısır ve Karaman gibi ilmî faaliyetlerin geliştiği İslâm dünyasının birçok bölgesinden pek çok âlim İstanbul’a akın ediyordu. Böyle müspet bir akın sebebiyle devletin siyasî merkezi olan İstanbul, yavaş yavaş İslâm âleminin ilim merkezi haline de geldi. Bu arada gerek devlet gerekse toplumun her alandaki bilim adamlarına ve onların ailelerine olan saygısını gösteren pek çok örnek bulunmaktadır. Böylece ülkede genç ve dinamik ilim adamlarının yetişeceği medreseleri kurmaya başlamışlardı.
Medreseler, XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar inişli çıkışlı bir seyir izlemekle beraber, ülkenin ilim, irfan, kültür, medeniyet ve sosyal hayatına doğrudan doğruya hizmet veren kurumlardı. Osmanlı döneminin XV ve XVI. asırlarında müsbet ve dinî ilimlerin her alanı ile meşgul olan bilginlerin meydana getirdikleri eserler sebebiyle bu asırlara “Türk Asırları” denilmektedir.
Bu asırlardaki ilmî gelişmelere hizmeti geçen bilginleri tanımak için Taşköprülü İsameddin Ahmed Efendi’nin eş-Şakaiku’n-Numaniye ile daha sonra yapılan zeyilleri, Sü- leyman Saadeddin Efendi’nin Devhatü’l-Meşayih’i, Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müellifleri, Osman Şevki’nin Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, Mahmut Karakaş’ın Müsbet İlimde Müslüman Âlimler, Franz Babinger’in Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri gibi kaynaklara bakılabilir. Sadece bir kısmına işaret ettiğimiz bu eserler, Osmanlı döneminin farklı ilimler alanında şöhret olan ve eserleri ile zaman zaman üniversitelerimizde de okutulan âlimlerin ne kadar çok olduklarını göstermeye yeterlidir.
İslâm Medeniyetive Adalet
İslâm medeniyetinin önemli özelliklerinden biri de adalet prensip ve anlayışına bağlı olmasıdır. Arapça “a.d.l.” kökünden gelen adalet kelimesi, sözlüklerde hakkı yerine getirmek, denk kılmak, doğru olmak, birbirine eşit olmak, terazinin kefelerini eşit hale getirmek, insaf etmek, haksızlıktan kaçınmak, herkese hakkını vermek, davranışlarda doğru olmak ve tarafsızlık gibi birçok anlama gelmektedir. Bu kelimenin zıddı ise zulüm, haksızlık, taraf tutma ve insafsızlıktır.
Tarih boyunca adalet, toplumların sosyal yapısını belirleyip koruyan ve toplumsal yapıyı ayakta tutan temel yapı taşlarından biri olmuştur. Toplumun, adaleti gözeten bir yapı üzerine inşa edilmesi medenî gelişmeyi belirlediği gibi, uygulanmaması da toplumsal iş- leyişteki noksanlığı ortaya koyar.
İslâm’ın, gerek Kur’ân, gerekse Hz. Peygamber’in hadisleri vasıtasıyla herkese karşı aynı şekil ve şartlarda uygulanmasını istediği adalet, önemli bir prensip ve hatta bir ibadet gibi telakki edilmektedir. Zira adaletin uygulanması sayesinde her türlü haksızlık ortadan kalkacaktır. Bu da insanların, özellikle sosyal yaşantılarında güvene dayalı sağlam ilişki ve medenî gelişmelerin devamını sağlayacaktır.
Bir adı da “Âdil” olan Allah, her türlü fiil ve hareketimizde adalet prensibine riayet etmemizi ister. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de yer alan “Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve akrabaya yardım etmeyi emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasaklar.” (Nahl, 16/90) ile “Ey insanlar! Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahitler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil olun ki o, takvaya daha yakındır…” (Mâide, 5/8) ayetleri, adaletin önemine işaret etmektedir.
Görüldüğü gibi, Kur’ân’ın uygulanmasını istediği adalet anlayışı, her türlü menfaat, imtiyaz, ayrıcalık ve beşerî zaaflardan uzak bir uygulamayı gerektirmektedir. Bu bakımdan adalet, herhangi bir öfke, kin veya sevgi gibi duyguların etkisi altında kalınmadan uygulanmalıdır. İşte Kur’ân’ın gerek fert, gerekse toplum bazında uygulanmasını istediği adalet budur.
Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in konuyla ilgili emir ve tavsiyelerini bilen Müslümanlar, bir şahıs veya topluma düşman da olsalar, onlara karşı büyük bir kin ve nefretle dolu da olsalar, bu duyguları onları adaletsizliğe sevk etmeyecektir. İslâm tarihinin sayfaları, Hz. Peygamber zamanından (Asr-ı Saadet) bugüne kadar adaletli davranışların örnekleri ile doludur. Bu türden davranışların, pek çok kimsenin İslâm medeniyetinin dairesine girmeye sebep olduğuna da burada işaret etmemiz gerekir.
Peygamberler zincirinin son halkası olan Hz. Muhammed (as) adalet prensibi üzerinde büyük bir özenle durmuş, onun insanlar arasında uygulanmasını her şeyden üstün tutmuştur. Birçok hadisinde adaletin uygulanmasına dikkat çeken Allah elçisinin, konu ile ilgili hadislerinden biri, bütün bir insanlık ve özellikle her kesimden idarede bulunanlar için dikkat çekicidir. O, Buharî, Müslim, Tirmizî, Neseî gibi sahih hadis kaynaklarında verilen hadisinde şöyle buyurmaktadır:“Hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde Allah, yedi zümre insanı kendi (arşının) gölgesinde barındırır ki, bunların ilki adaletle hükmeden ve âdil davranan yöneticidir.”
Hz. Peygamber’in titizlikle uygulamaya çalıştığı ve bu yolda ümmetine emirler verdiği adalet, sadece mülkün değil, her şeyin temeli olarak kabul ediliyordu. Bu sebeple, kendisinden sonra gelen halifeleri ve daha sonraki Müslüman hükümdarlarca da aynı titizlikle uygulanmaya çalışılıyordu. Bunun içindir ki, Hz. Peygamber’den sonra adaletin dağıtımı görevini halifeler bizzat kendileri yürüttüler. Çünkü İslâm idare sistemine göre kaza (yargı), hilafete dâhil önemli vazifelerden biri olarak kabul edilmektedir. Dava ve çekişmelerin arkasını kesmek için halk arasındaki anlaşmazlıkları halledip bir karara bağlamak, halife ve dolayısıyla hükümdarın önemli vazifelerinden biridir
İslâm dünyasında adalet ve insanlara muamele kendisinden önce örneğine rastlanmayacak şekilde devam etti. Hatta İslâm’ın dünya harp tarihinde kendisinde önce düşünülmesi bile mümkün olmayan birtakım insanî prensipler ortaya koydu. Nitekim harpte düşmana karşı da olsa Müslüman, adaletten ayrılmayacaktır. Savaşta tahribattan kaçınılacaktır. Fiilen savaşa katılmayan (kadın, çocuk, yaşlı ve din adamı gibi) kimselere dokunulmayacaktır. Savaşta, insanlık haysiyet ve şerefine yakışmayan hareketlerden uzak durulacaktır. Esirlere iyi muamele edilecektir. Bu şekildeki emir ve uygulamaları ile İslâm, harbi kanlı bir sahne olmaktan çıkararak ona belli bazı kurallar getirmiştir. Bu bakımdan İslâm, harbi her isteyenin veya gücü yetenin sadece toprak kazanmak veya ganimet elde etmek için değil, Allah rızasına nail olmak gayesiyle katlanmak zorunda olduğu bir vazife haline getirmiştir.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan yönetim sorunlar, onun bıraktığı mirasın ışığında çözülmeye çalışılmıştır. Böylece ideal yönetim ilkeleri oluşturulmaya başlanmıştır. Kendi kaynak ve geleneklerinin dışındaki bilgi birikimini de dikkate alan Müslüman düşünürler, kadim medeniyetlerin -İslâmiyet’e aykırı olmayan- siyaset felsefelerini değerlendirmekte bir mahzur görmediler. İbn Mukaffa, Cahız, Fârâbî, İbn Sina, İbn Bâcce, Gazalî, Sühreverdî, İbn Tufeyl, İbn Rüşd, Maverdî, Keykavus, İbn Teymiye, Nasirüddin Tûsî, İbn Haldun, Celaleddin Devvânî, Nizamülmülk gibi düşünürler, siyasetnâme ahlâk, siyaset ve devlet yönetimini konu alan eserleriyle ideal bir yönetimin temel ilkelerini ortaya koymuşlardır.
Bazı toplumlarda güç ve otoritenin dışında bir hakkın tanınmadığı bir dönemde yeni yeni filizlenip gelişen Osmanlı Beyliği’nde adalet, hak ve hukuk prensiplerine göre davranma, babadan oğula (nesilden nesile) vasiyet ediliyordu. Osmanlı siyaset düşüncesinde varılması hedeflenen en önemli gaye adalettir. Halkın sosyal refahı için adalet, belirleyici bir ölçü olarak benimsendiği gibi, kurumların asıl gayesi de bu ilkeye göre belirlenmiştir. Zira adalet, eşyayı yerli yerine koymak ve herkese durumuna göre hakkını vermektir. Bu devletin anlayışında adaletle iktidar arasında bağımlılık, birinin diğerinin varlık veya yokluk sebebi olacağı sürekli vurgulanmıştır. Nitekim “İmdi bu Devlet-i Aliyye, adl ile kaimdir ve illa zulm ile memâlik viran olması mukarrerdir” denildikten sonra adaletli davranışın Allah’a yakın olmanın, zulmün de ondan uzaklaşmanın sebebi olduğu şöyle dile getirilir: 'Adalet bâis-i kurb-i Hüdâ’dır Nitekim zulmeden Hak’tan cüdâdır'.Buna göre adalet, iktidar ve devamlılığın bir şartı olmaktadır. Eğer iktidarın devamı isteniyorsa güvenilmesi gereken hususiyet adalet olmaktadır. Bütün yöneticilerin adalete uygun davranması gerekir. Fakat padişahlar, bu konuya herkesten daha fazla önem vermelidirler. Zira adalet, hazinenin artmasına ve halkın çoğalmasına yol açar. Hazine ise halkın çokluğundan ve ülkenin bayındırlığından kaynak alır. Memleketin ümranı ise adaletledir. Harap olan bir ülkenin maldan ve medeniyetten nasibi olmaz.
İslâm, insan hayatının bütün yönlerini göz önünde bulundurup ona göre düzen ve sistem koyan bir dindir. Bu bakımdan, insan haklarını da Allah’ın emir ve istekleri doğ- rultusunda teminat altına alıcı esasları içerir. Bu sebeple belirlediği iman ve ibadet esasları ile insanın manevî ihtiyaçlarına cevap verirken, onun biyolojik, ekonomik ve sosyal yönü ile ilgili esasları da ortaya koymayı ihmal etmemiştir.
İnsan, aynı zamanda sosyal bir varlıktır. Yaratılışı gereği diğer insanlarla bir arada toplumsal bir hayat yaşamak zorundadır. Yüce rabbimiz, insanın aslı ile ilgili gerçekleri bildirdikten sonra düzenli ve dengeli bir hayat yaşaması için gerekli olan prensipleri de koymuştur. Ferdin hak ve hürriyetini tanıyıcı ve temin edici prensipler yanında insanın sorumluluğu ile kuralları koymuştur. Bu sebepten o, en küçük toplum olarak kabul edilen ailede bile fertlerin birbirlerine karşı olan hak ve ödevlerinden bahsederek onlara nasıl riayet edilmesi gerektiğini belirtir. Hz. Peygamber’in, evrensel insan hakları beyannamesi diyebileceğimiz Veda Hutbesinde, yüz binlerce Müslümana hitap ederken aile fertlerinin birbirlerine karşı olan hak ve vazifelerini birer kanun şeklinde ortaya koymuştur.
İslâm Medeniyeti ve Hoşgörü
İslâm’ın önemsediği ve insanlar arasında uygulanmasını istediği değerlerden biri de hoş- görü dediğimiz müsamahadır. Kelime olarak “görmezliğe gelme, bağışlama gibi manalara gelen hoşgörüyü müsamaha ve tolerans kelimeleriyle de kullanıyoruz. Sözde ve fikirde kalmayıp eyleme dönüştürüldüğünde insanlar arasında sevgi ve bağlılık meydana getiren hoşgörü, toplum içinde daha rahat ve huzurlu bir yaşantının meydana gelmesine sebep olur.
Kur’ân-ı Kerim’in, “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel tarik (yol, şekil) hangisi ise onunla yap” (Nahl, 16/125). Keza, “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2/256) ayetleri, İslâm’ın başka din, anlayış ve felsefelere sahip olan insanlara bakış açısını ortaya koymaktadır. Bunun içindir ki, İslâm tarihinde zorla İslâmlaştırma gibi bir harekete rastlanmaz.
İslâm, Müslümanların fethettiği topraklarda yaşayan hiç kimsenin zorla dine girmesine müsaade etmez. O, herkesi inanç ve fikrinde serbest bırakır. Hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın neler olduğunu, inançlar arasında tercih edilmesi gerekenin hangisi olduğunu belirtmekle yetinir. Zorlama sonunda Müslüman olmayı İslâm’a uygun bir hareket olmadığını açıklamaktan çekinmez. Tarihten günümüze kadar Müslüman devletlerin idaresi altındaki gayrimüslimlerin (Müslüman olmayanlar) rahat ve huzurlu bir hayat geçirmeleri ve inançlarına göre serbestçe ibadet etmeleri işte böyle bir anlayışla mümkün olmuştur.
Bizzat Hz. Peygamber döneminde sayısız örnekleri verilen İslâmî müsamaha o kadar geniştir ki, günümüzün insaflı yabancı araştırıcıları da bunu kabul etmek zorunda kalmıştır. İslâm’ın bu yöndeki uygulamasından hayranlıkla bahseden Batılı bir kaynak bize şöyle bir olay anlatır: “Bir gün, bir Musevî Muhammed’e gelir. İleri gelen erkândan birisinin kendisinin dinî hislerini incittiğini ve Muhammed’in Musa’dan üstün bir peygamber olduğuna dair bir ifadede bulunduğunu söyler. Peygamber o zata dönerek der ki, böyle bir şey söylememeliydin, başkalarının itikadına saygı göstermek gerekir.” Bu ifadeler bize, Hz. Peygamber’in dinî inanç konusunda ne kadar hoşgörülü ve müsamahakâr davrandığını göstermektedir.
İslâm’ın hoşgörü anlayışı ve ötekine karşı olan insanî tutumu İslâm coğrafyasının en batı ucunda bulunan Endülüs’te de devam etmişti. Gereçkten çok dinli ve çok kültürlü bir yapıda bulunan Endülüs’te yaklaşık sekiz asır süren İslâm hâkimiyeti (711-1492) sırasında Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler aynı ülke içinde bir arada ciddi problemlerle kar- şılaşmadan yaşıyorlardı. Endülüs’te Hıristiyanlar ile Yahudiler dinî inaç, kurum, hukuk, âdet ve geleneklerini sürdürme konusunda bir baskıyla karşı karşıya kalmıyorlardı.
Endülüs fethedilmeden önce Hıristiyan yöneticiler tarafından baskıya maruz kalan ve zorla Hıristiyanlaştırma muamelesine tabi tutulan Yahudiler, Müslümanların adaletli ve hoşgörülü yaklaşımları sonucunda varlıklarını muhafaza ettiler. Aynı ılımlı politika buradaki Hıristiyanlar için de geçerli olmuştur. Zaten Müslümanlar böyle bir politikadan baş- kasını da uygulayamazlardı; zira peygamberlerinin gayrimüslimlere karşı olan politikası buna izin vermezdi. Bunun içindir ki, Musa b. Nusayr’dan sonra Endülüs’te valilik yapan Abdülaziz b. Musa b. Nusayr’ın Tudmir (Mürsie) bölgesi hâkimi Teodomiro ile yaptığı barış antlaşmasında Besmele’den sonra şöyle denilmektedir: “Abdülaziz b. Musa b. Nusayr’dan Teodomiro b. Abduş’a. Teodomiro, barışı kabul etmiş ve bunun karşılığı olarak kendisine Allah’ın ahdi ve zimmeti ile Resulullah’ın zimmeti verilmiştir. Antlaşma şartlarına uydukları sürece onun ve onun idaresindeki herhangi bir Hıristiyanın malına zarar verilmeyecek, kendileri, çocukları ve kadınları öldürülmeyecek ve esir edilmeyecklerdir. Dinleri sebebiyle aşağılanmayacak- lardır. Kiliseleri yakılmayacaktır…”
Endülüs’ün fetih sürecinde ve sonrasında Müslüman yöneticiler gayrimüslim unsurlara karşı olumlu davranışlarda bulunmuşlardı. Onları, Müslümanların şehirlerinde ikamet ettirmişler, din, can, mal ve seyahat özgürlüklerini son noktasına kadar kullanmalarına izin vermişlerdi. Hıristiyanlar ve Yahudiler açısından bakıldığında, Endülüs’teki yöneticilerin bu türden uygulamaları onların Müslümanlarla tek bir devlet çatısı altında asırlarca bir arada yaşamalarına imkân vermişti.
Müslümanlar tarafından fethedilmeden önce İspanya’da soykırımla karşı karşıya kalan Yahudiler, Endülüs’te bu yeni düzen ile cemaatlerini, dinlerini, sosyal ve dinî hayatlarını korumuşlardır. Müslümanların bu insanî ve İslâmî anlayışlarından dolayı İspanya’da bulunan esir ve köleler Müslümanları büyük bir sevinçle karşılamışlardı.
İspanya’daki Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki münasebetler hakkında kaynaklarda dikkat çeken başka bilgiler de vardır. İslâm fetihlerinin başlangıcında ne dinî baskı ne de zorla Müslümanlaştırma gibi bir olay işitilmemişti. İspanya’da İslâmî idarenin Hıristiyan tebaa (vatandaş) karşısında almış olduğu yumuşak tutum iki din mensuplarını birbirine daha da yaklaştırmış ve bu iki topluluk arasında bazı karışımlar meydana gelmiştir. Müslüman erkeklerle Hıristiyan kadınlar arasında evlilikler başlamıştı. Mesela Endülüs valisi Abdülaziz b. Musa b. Nusayr Kral Rodrigo’nun dul eşi Egilona ile evlenmiş- ti. Bu dönemde birçok Hıristiyan Arap isimlerini aldıkları gibi Müslüman komşularının âdetlerini de taklit ediyorlardı. Nitekim yine bu dönemde birçok Hıristiyan erkek çocuklarını Müslümanlar gibi sünnet ettiriyorlardı. Ülkenin her tarafında Arap dilinin öğretilmesi Latince eğitimin önüne geçmişti. Böylece Hıristiyanlık ilâhiyatının dili olan Latince zamanla unutulmaya terk edildi.
Endülüs’teki gayrimüslimler, Müslüman yönetimi altında her türlü insanî ve medenî haklara sahip olarak hayatlarını devam ettiriyorlardı. Fakat aynı bölge Müslümanların elinden çıkıp Hıristiyanların eline geçince bu kez tam bir işkence, zulüm ve katliam buradaki Müslüman ve Yahudilere uygulanır oldu. Bu kadarla da bitmiyordu, zira Hıristiyan yöneticiler kendi dinleri dışındaki dinlere yasaklama getirdiler.
Müslümanlar tarafından meydana getirilen bu büyük medeniyet dairesi içinde farklı din ve kültürlere sahip insanlar huzur içinde hayatlarını devam ettiriyorlardı. Müslüman Araplar 711 senesinde İslâmiyet’i İspanya’ya sokmuşlardı. 1502 senesinde ise Ferdinand ve İsabella tarafından duyurulan bir ferman ile bütün İspanya kraliyeti dâhilinde İslâm dini yasaklandı. Hâlbuki bu iki tarih arasında geçen yüzyıllar süresince Müslüman İspanya’da Ortaçağın en parlak tarih sayfalarından biri yazılmıştır.
İslâm’ı kabul etmesiyle, yepyeni bir hayat anlayışına girdiğini bildiğimiz Müslüman Türk dünyası, bağlı bulunduğu bu yeni dinin emirlerine uygun olarak hoşgörü duygusunu benimsemişti. Gerçekten de İslâm medeniyeti içindeki yerlerini aldıkları andan itibaren hareket ve davranışlarını İslâm’ın emir ve prensiplerine uydurmaya çalışan Müslüman Türkler, bu sayede engin bir hoşgörünün de sahibi oldular.
Müslüman Türklerin, İslâmî emirlerden kaynaklanan davranışları, onları başka dinlerdeki insanların hareketlerine karşı daha soğukkanlı ve toleranslı olmaya sevk etmişti. Nitekim dinî gayretkeşliğin sonucu olarak ortaya çıkan Haçlı Seferleri’nden bahsederken Claude Cahen, “Haçlı Seferleri’nden bu yana, Selçukluların dindeki tutumu, Avrupa’daki yanlış bazı yorumlara yol açmıştı. Bu nedenle burada Selçukluların Müslüman olmayanlara ve özellikle Hıristiyanlara karşı İslâm dininin önde gelen ve köklü özelliği olan hoşgörüyü hiç değiş- tirmeden uygulamış olduklarını belirtmekte yarar var” diyerek Haçlıların her türlü kötü hareketlerine karşı, Selçukluların insanca müsamahayı elden bırakmadıklarını belirtmek ister.
Bütün İslâm ülkelerinde olduğu gibi Osmanlılarda da başka dinden olanlara karşı mü- samahalı davranmak devlet politikasının başta gelen özelliği idi. Bu politikaya devletin kuruluşundan itibaren riayet ediliyordu. Bu bakımdan, Osmanlıları pek sevmemekle birlikte Gibbons, “Evvelki Osmanlıları, Bizanslılar ve Balkan Yarımadasındaki sair unsurlarla mukayese ettiğimiz zaman, Osmanlıların daha barışçı olduklarını kabul ve beyan etmemiz icap eder. Geniş bir Hıristiyan kitlesini tebea (vatandaş) edinen Orhan, zorla din değiştirme teşebbüsünde bulunmayacak kadar akıllı idi.” diyerek hoşgörü anlayışının devletin kurulu- şundan itibaren var olduğuna işaret eder. Bu uygulama daha sonraları da devam etmişti.
Osmanlı coğrafyasında insanlar, ahenk ve barış içinde yaşıyorlardı. Nitekim yine Gibbons, bu konuya temas ederek, Yahudilerin toptan öldürüldüğü ve engizisyon mahkemelerinin ölüm saçtığı bir devirde Osmanlı idaresi altında bulunan çeşitli dinlere bağlı kimselerin huzur, barış ve uyum içerisinde yaşadıklarını belirtir. Ayrıca Osmanlıların, yakın dönem tarihinde milliyetlerini tesis ederken dinî hürriyet prensibini temel taşı olmak üzere koymuş ilk millet olduğunu, ardı arkası kesilmeyen Yahudi işkence ve engizisyon lekesinin en yoğun yaşandığı asırlar esnasında, Hıristiyan ve Müslümanların, Osmanlıların idaresi altında huzur ve uyum içinde yaşadıklarını ifade eder.
İslâm araştırmaları sahasında büyük bir uzman olarak kabul edilen Brockelmann da Osmanlı idaresi ve hoşgörüsü konusunu şu cümlelerle değinir: “Müslüman Türkler, fetihleri esnasında isteselerdi Hıristiyanlığı tamamen yok edebilirlerdi. Fakat mensubu bulundukları din, buna müsaade etmez. Bu yüzden Fâtih Sultan Mehmed, nasıl ki daha önce dedeleri kilise teşkilâtını serbest bırakmak suretiyle Bulgarları rahatsız etmedilerse o da eski dinî gelenekle tanınmış İslâmî devlet görüşüne de tamamıyla uygun olarak Ortodoks Rum ruhanî sınıfının silsile-i meratibini bütün selahiyetleri ile tanıdı. Hatta o, Hıristiyanlar üzerindeki medenî hukuk alanında kaza hakkını tanımak suretiyle kilisenin nüfuzunu artırdı bile.”
Müslümanlar, insanları tevhid dediğimiz “Allah’ın birliği” inancına davet ediyorlardı. Ancak bu bir kimseyi zorla Müslüman yapmak için değildi. Hemen her yerdeki fetihleri kitleler halindeki İslâm’a girme takip etmişti. Bu katılımlar İslâm’ın en doğru ve hak din olduğu yolundaki tercihleri ile gerçekleşiyordu.
Osmanlılar, İslâm’dan aldıkları ilhamla fethettikleri yerlerdeki halkla kaynaştılar. Onların dinî, örfî ve sosyal gibi iç yapılarına karışmayarak vicdan hürriyetine saygı gösteriyorlardı. Hatta onlar, kendilerinden önceki Hıristiyan yöneticiler tarafından ağır vergiler vermek zorunda kalmış olan gayrimüslim tebaasından belli bir vergi (cizye) almakla yetinerek mevcut kanunlara aykırı olarak keyfî hiçbir muameleye izin vermemişti.
Osmanlı Türklerinin hızla ilerlemeleri ve fethedilen bölge halkının bu yeni idareyi kendi idarelerine tercih etmelerinin sebebini anlamak için ilk Osmanlı kaynaklarına baş- vurmak yeterlidir. Söz gelimi Âşık Paşazâde ve Neşrî gibi Osmanlı kroniklerinde epey bilgi bulunmaktadır. Nitekim 1355 yılında Osmanlılara esir düşmüş olan Selanik Başpiskoposu Gregory Palamas’ın mektubu da bu durumu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. O, Osmanlı idaresindeki Hıristiyanları tam bir serbesti içinde görmüştü. Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa, ona Hıristiyanlık hakkında serbestçe bazı sorular sormuştu.
Bir yandan, Bizans İmparatorluğu’nun bozulmuş olan idare tarzı, vergilerin keyfî olması, Rum yönetici ve hatta imparatorlarının kendi hazinelerini doldurmak gayesiyle halkı soymaları, öte yandan da emniyet ve güvenlik sorunlarıyla ekonomik buhranlar gibi etkenler, halkın Osmanlı yönetimini memnuniyetle karşılamasına sebep olmuştu.
Bizans ve diğer derebeylerin idare tarzına karşılık Osmanlıların disiplinli hareketleri ve fethedilen yerlerin halkına karşı adaletli, şefkatli ve taassuptan uzak bir siyaset takip etmeleri Balkan halklarının onlara bakışını derinden etkilemişti. Söz gelimi, Osmanlılar tarafından vergilerin tebaanın (vatandaşın) ödeme imkânlarına göre tertip edilmiş olması ve özellikle Ortodoks olan Balkan halkını Katolik mezhebine girmesi için ölümle tehdit edenlere karşı Türklerin buralardaki unsurların dinî ve vicdanî hislerine saygı göstererek bu ince ve hassas noktayı prensip olarak kullanmaları, Balkanlardaki Katolik baskısına karşı Osmanlı yönetimini bir kurtarıcı olarak karşılamalarına sebep olmuştu.
Balkan milletleri Osmanlıları böyle karşılamakla yerinde bir karar vermişlerdi. Çünkü Osmanlı rejimi, din ve ırk ayırımı gözetmeyen, bütün tebaayı Osmanlı Devleti şemsiyesi altında birleştiren bir idare idi. Osmanlılar, devletlerini kurarken kitleleri çeken bu uzla- şıcı, koruyucu ve hoşgörülü siyaseti şuurlu bir şekilde takip ediyorlardı. Onların idaresi tamamen insanî anlayışlar üzerinde kuruluydu.
Hiç kimsenin dininden veya ırkından dolayı hor görülmediği bu uygulama sebebiyle Osmanlı idaresindeki şehir veya köylerde bulunan kiliselere dokunulmamıştı. Bunların tamir ve onarımlarına izin verilmişti. Şu anda Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde gayrimüslimlerin dinî müesseseleri, onlara ait dinî ve hayrî işlerden bahseden 10 adet “Kilise Defteri” bulunmaktadır. Bunların ilki, 1453 tarihini taşımaktadır ki bu, İstanbul’un fetih tarihidir.
Osmanlı idaresi, vatandaşı bulunan gayrimüslimlerin sadece din, örf, âdet ve geleneklerini devam ettirmekle kalmamış, aynı zamanda onların ekonomik bakımdan da müreffeh ve hayat seviyesi yüksek bir yaşantıya sahip olmalarını hedeflemişti. Hatta bu yüzdendir ki, Osmanlı arşivinde yer alan bir belgeye göre, Hıristiyanların, ibadet günü olması sebebiyle çalışmadıkları ve alışveriş yapmadıkları Pazar günündeki bir semt pazarının günü, bu vatandaşların mağdur olmalarını engellemek için Cumartesiye alınmıştı.
İslam Medeniyetinde İnsan Hakları
Tarihin en eski dönemlerinden beri insan hakları, farklı topluluklarda farklı şekillerde korumaya çalışıldığı bilinmektedir. Toplum hayatında zaman zaman bazı insanlar çeşitli sebeplerden haksızlığa uğrayabilirler. Hiçbir sebep yokken ve hak etmediği halde haksızlığa uğrayan insanlardan bir kısmı kendisine yapılan haksızlığa karşı koyamaz. Bu haksızlık, devlet ve kurumları tarafından olabileceği gibi, kendisinden daha güçlü biri veya birileri tarafından da yapılmış olabilir.
Hangi şekilde ve kim tarafından olursa olsun, kendisine yapılan haksızlığa karşı koyamayan kişinin hakkının korunması gerekir. İşte, herhangi bir sebepten dolayı hakkını koruyamayacak durumda olan insanların haklarını korumak ve onlara gelebilecek maddî-manevî zararlara engel olmak için yapılan faaliyetlere insan haklarını koruma diyoruz. Bu koruma görevi hem tarihte, hem de günümüz devletlerinin resmî bazı kurumları tarafından yerine getirilmektedir. Günümüzde sivil toplum kuruluşları diye isimlendirdiğimiz örgütler tarafından haksızlıklar ve yapılan keyfî muamelelere engel olunmaya çalışılmaktadır.
Bazı devlet görevlilerinin şu veya bu şekilde halka karşı sergiledikleri haksızlıkları ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetlerin sonucu ortaya çıkan ve günümüz hukuk anlayışına göre İstinaf mahkemesi, Temyiz, Danıştay, Ağır Ceza mahkemesi veya Adalet Bakanlığı gibi terimlerin karşılığı olarak kullanabileceğimiz mezalim, insan haklarının korunmasına büyük bir rol oynamıştır. Bu müessese İslam dünyasında özellikle halkın şikâyetlerini dinleme ve bir anlamda onu devlete karşı koruma hususunda küçümsenmeyecek bir hizmeti yerine getirmiştir.
Uzun tarihî bir geçmişe sahip olan mezâlimin Pers (İran) ve hatta cahiliyye dönemi Araplarına kadar uzandığı belirtilmektedir. Nitekim Yemen’in Benî Zebîd kabilesinden biri ticaret için Mekke’ye gelmiş ve umre niyetiyle de ihrama girmişti. Sehm kabilesinden As b. Vâil adamın bütün mallarını gaspetmişti. Yemenli adam Kureyş’in toplandığı bir zamanda Ebû Kubeys dağına çıkıp gaspedilen mallarının kendisine iade edilmesi için yardım istemişti. Malları gaspedilmek suretiyle haksızlığa uğrayan bu adamın şikâyeti üzerine o dönemin Mekke ileri gelenleri Abdullah b. Cüd‘an’ın evinde, bu türden haksızlıkları ortadan kaldırmak ve özellikle dışarıdan gelen insanları korumak için bir toplantı yaparlar. Kırk yaşından aşağı olanların kabul edilmediği bu toplantıda istisnaî olarak o sıralarda henüz 25 yaşında bulunan Abdullah’ın oğlu Muhammed (Hz. Peygamber) kabul edilmişti. Haksızlıkları önlemek gayesiyle yapılan bu toplantıya Hılfü’l-fudûl adı verilmişti. Büyük İslâm âlimi Mâverdî, fâzıl (erdemli) ve iyi insanların yemini anlamına gelen hılfü’l-fudûla dayanarak onu cahiliye dönemindeki bir çeşit mezâlim olduğunu kabul eder.
İnsan haklarının korunmasında onların insanlık şeref ve haysiyetinin ayaklar altına alınmamasına itina gösteren Hz. Peygamber ve ondan sonra gelen devletler bu konuda titiz davranmışlardı. Söz gelimi, Osmanlılar döneminde insan hakları, birbirinden ayrı gibi görünen ve farklı isimlerle anılan müesseselerce korunmakta idi. İster devlet adamları tarafından haksızlğa uğramış olsun, isterse ticarî hayatta bir şekilde aldatılmış olsun insanlar bu tür sıkıntılarını çeşitli makamlara götürebilirlerdi. Hatta bazen haksızlığa uğramış olan kişinin haberi olmadan da onun adına gerekli yerlere müracaat edilirdi. Bu makamlar arasında Divan-ı hümâyûn, meşîhat makamı (şeyhülislamlık), normal mahkemeler, ihtisâb ve ahîlik gibi teşkilâtlar sıralanabilir. Görünüşte resmî hüviyete sahip olan ve böyle bir sıfat taşıyan bu ve benzeri kuruluşların her biri aslında o dönemde konu üzerinde ne denli titizlikle durulduğunun en güzel örneklerinde birini oluşturur.
Osmanlı dünyasında, günümüzün ifadesiyle sivil toplum kuruluşu diye isimlendirebileceğimiz bir müessese vardır ki, o da şu veya bu sebepten dolayı sıkıntıya düşen insanların haklarını korumak ve onlara yardım etmek üzere teşkilâtlanmış olan vakıftır. Vakıf kurumu yüzyıllardan beri İslam ülkelerinde büyük bir önem kazanmış sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmiş olan dinî ve hukukî bir kurumdur.
T. W. Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi (çev. M. Halil Halid, İstanbul, 1343)Âşık Paşazâde. (1332). Tarih, İstanbul. Bammat, H. (1975). İslâm’ın Çehresi, çev. O. Fehmi Giritli, İstanbul.Bayraktar, M. (1985). İslâm’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, Ankara.Brockelmann, C. (1964). İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi, çev. Neşet Çağatay, Ankara.Ergin, O. (1977). Türk Maarif Tarihi,İstanbul.Gibbons, H. A. (1928). Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, çev. Ragıp Hulusi, İstanbul.Gürkan, A. (1965). İslâm Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, İstanbul.Hammer. (1330). Devlet-i Osmaniye Tarihi, çev. M. Ata, İstanbul.Hoca Sadeddin Efendi. (1279-1280). Tâcü’t-Tevârih, İstanbul.İbn Haldun. (1986). Mukaddime, çev. Zakir Kadiri Ugan, İstanbul.Kazıcı Z. (2003). Osmanlı Vakıf Medeniyeti, İstanbul.Kazıcı Z. (2006). İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarih, İstanbul.Köprülü, M. F-Barthold W. (1973). İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara.Mantran R. (1981). İslâm’ın Yayılış Tarihi, çev. İsmet Kayaoğlu, Ankara.Metz, A. (1968). el-Hadaretü’l-İslâmiyye, Arapçaya çev. M. Abdülhadi Ebu Ride, Beyrut.Toynbee, A. (1980). Medeniyet Yargılanıyor, çev. Ufuk Uyan, İstanbul.Turan, O. (1965). Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, İstanbul.Watt, M. (1986). İslâm’ın Avrupa’ya Tesiri, çev. Hulusi Yavuz, İstanbul.
İslâm Medeniyetinin Dünya Medeniyet ve Bilimine Katkısı
Medeniyetin temeli sayılan ilim, milletlerin kültür tarihi bakımından çok önem arz eder. Tarih boyunca ilim ve din münasebetleri üzerinde yapılan çalışmalar, insanlığın inançları ile bilgilerinin gelişmesinde de aynı zamanlara rastladığını göstermektedir. Gerek Allah’a inanma hakkındaki düşünceler, gerekse felsefi düşünceler insanın var oluşundan beri mevcuttur. Bunlar en iptidai şekliyle bile bilgileri oluşturacağından ilimler tarihini ilgilendirir. Bu bakımdan ilimler tarihinin başlangıcı insanlık tarihi kadar eskidir.
Yeryüzünde düşünme, araştırma, inceleme ve bilgi üretme yeteneğine sahip olan tek varlık insandır. Bu yeteneği sebebiyle, tarih boyunca yaptığı çalışmalar neticesinde bugünkü bilgi seviyesine ulaşılmıştır. Bu bilgi birikiminde inancı ne olursa olsun her milletin belli ölçüde katkısı olmuştur. Bilgi birikimi ve inkişâfı bir milletten ziyade bütün insanlı- ğın ortak malıdır.
Medeniyetin temeli olan ilmin, milletlerin kültür tarihi yönünden büyük öneme sahip olduğu bilinmektedir. İnsanları bilgi elde etmeye sevk eden bazı etkenler vardır. Bunların en önemlisi insanda bulunan merak ve öğrenme duygusudur. Bir diğer etken ise, insanın, içinde bulunduğu dünyayı daha yaşanır hâle getirme isteğidir. İlk insandan bu yana, insanlar dünyayı kendileri için daha rahat yaşanır hale getirmeye uğraşmaktadırlar. Tarih boyunca ilim ile din münasebeti hep süregelmiştir. Bu konuda yapılan çalışmalar, insanlarda inançla birlikte ilmî gelişiminin de başladığını göstermektedir. İster Allah’a inanma şeklindeki düşünceler olsun, isterse felsefî düşünceler olsun, insanlığın varoluşundan beri mevcuttur.
Bunun için diyebiliriz ki, ilimler tarihinin başlayışı, insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanın evrene ve hayata bakış açısı ilmi ve ilmî gelişmeyi etkilemiştir. İnsandaki bu bakış açısını oluşturan faktörlerin en önemlilerinden biri de dindir. Dinî düşüncenin ilme, evrene, hayata bakışı aynı zamanda o dine mensup olanların da bakış açısını oluşturacağı kuşkusuzdur. Bundan dolayı insanların dinî inanışları medeniyetin teşekkülünde önemli bir role sahiptir. Kâinatın yorumunda, kültür, sanat ve edebiyatta da bu düşüncenin izleri açık olarak görülecektir.
Türk milleti olarak İslâm medeniyeti dairesine mensubuz. Müslüman milletler, kendi millî ve kültürel özellikleri ile Kur’ân ve Sünnet’in ışığında kendi medeniyetlerini bütünleştirerek İslâm medeniyeti dediğimiz olguyu meydana getirmiştir. Bu medeniyet, Müslüman milletlerin, ortaklaşa meydana getirdikleri bir medeniyettir.
Hz. Muhammed’in (as) kendisine bildirilenleri insanlara tebliği ile İslâm medeniyetinin oluşum ve gelişimi başlamıştır. İslâm dininin, Müslümanların medeniyet ve bilime bakışında etkin bir rolü olmuştur. Çünkü Allah, birçok âyet-i kerimede insanları düşünmeye, incelemeye, akıllarını kullanmaya teşvik etmiştir. Kur’ân’da bir ayette “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) sorusu yer alırken başka bir ayette “Allah’tan ancak âlim kulları hakkıyla korkar...” (Fâtır, 35/28) buyrulmakta, ayrıca “ilim sahiplerinin derecelerinin yüksek olacağı” (Mücadele, 58/11) ifade edilmektedir. Allah, ilmi ve âlimi överken, cehaleti ve câhili de yermektedir. Bilindiği gibi İslâm, bilgisizliğe ve cahilliğe karşı savaş açmış bir dindir. “İlmin kadın, erkek herkese farz olduğu”nu bildiren Hz. Peygamber, Müslümanları, “ya öğreten ya öğrenen ya dinleyen ol, dördüncüsü olma, helâk olursun” ifadeleriyle de ilme ve öğrenmeye teşvik etmiştir.
İslâm’ın ilme verdiği büyük önem sebebiyle, ilk yıllardan itibaren İslâm kültür ve medeniyeti oluşmaya başlamıştır. Müslümanlar başta Kur’ân ilimleri olmak üzere, çeşitli ilim alanlarında çalışmalar yapmışlar ve eserler meydana getirmişlerdir. İslâm öncesinde büyük bir ilmî birikime sahip olmayan Arap toplumu, öncelikle İslâm’ı anlama ve İslâmî ilimler alanında eserler ortaya koyma yolunda büyük çabalar sarfetmişlerdir. İslâm’ı kabul ettikten hemen sonra Türkler de kendilerini ilmî çalışmaların içinde bulmuşlar, gerek fert olarak gerekse kurdukları devletler vasıtasıyla, sultan ve hükümdarların da teşvikleriyle dinî ilimler yanında akla ve deneye dayanan ilimler sahasında da araştırmalar yapmışlardır.
İslâm hukuku, tefsir, hadis gibi dinî ilimlerin yanısıra, matematik, geometri, astronomi ve tıp gibi akla ve deneye dayanan ilimlerde de büyük çalışmalar yapmış olan ilim adamları, yalnız İslâm dünyasında değil bütün dünyada da bilinen ve takdir edilen önemli eserler kaleme almışlardır.
İslâm Medeniyetinde İlk İlmî Faaliyetler
Emeviler Dönemi
İslâm âleminde ilmî faaliyetler, ilk fetihlerden hemen sonra, Irak, Suriye ve Mısır’ın fethedildiği ilk üç halife (632-656) döneminde başlamıştır. İlk Emevi halifeleri devrinden başlayarak, gelişen İslâmî ilimler yanında, aklî ilimler de tercüme faaliyetleriyle birlikte ilgi alanları arasında yer almışlardır.
İslâm medeniyetinde ilmî faaliyetlerin yapıldığı yerler arasında ilk olarak mescitleri görürüz. Sahabeler, mescitlerde ders halkaları oluşturmuşlar ve caminin ilim ve kültür sahalarında bir merkez olmasını sağlamışlardır. Hicrî üçüncü yüzyılda camiler, Müslümanların düşüncelerini tartıştıkları ve bilginlerin ilim öğrettikleri bir kurum haline gelmişlerdir. Ayrıca kitapçı dükkânları ve âlimlerin kendi evlerinde yapılan ilmî sohbetler de ilmin yayıldığı yerler arasındaydı. Saraylarda halifeler âlimlerin bir araya gelerek tartışmalarına zemin hazırlamışlar, İslâm ilimlerinin metodolojisinin tamamlanma noktasına gelmesini sağlamışlardır. İslâmî ilimlerde vazge- çilmez bir unsur olan Arapçanın öğrenilmesinde çölün önemi İslâm’ın daha ilk asırlarından itibaren anlaşıldığı söylenebilir. Bu arada; fıkıh, kelam, tefsir, hadis, siyer alanlarında birçok kitap yazılmıştır.
Emeviler döneminde (661-750), Hz. Peygamber zamanından itibaren şifâhî olarak nakledilen bilgiler tedvin ve tasnif edilmeye başlanmıştır. Bu çalışmalar neticesinde bugünkü ilk kaynaklarımız olan eserler vücuda getirilmiştir. Mesela, lügatte Halil b. Ahmed; nesirde Câhız; hadiste Buhâri; fıkıhta İmâm-ı Azam; tarih ve tabakatta Vâkidî ve İbn Sa’d gibi. Emeviler devrinin sonlarına doğru fıkıh, sistematik olarak gelişmiş ve hadisler tenkid ve tasnife tâbi tutulmuş; bütün bunların sonucu olarak dinî ilimler belirgin hale gelmeye başlamıştı. Aklî ilimler ve teknik alanlardaki hamle de yine bu dönemde yapılmıştır. Daha çok eski Yunan ve Mısır filozoflarıyla diğer ilim adamlarının kitapları tercüme edilmiş, medeniyetin aklî ilimlerdeki asıl hamlesi için bir alt yapı hazırlığına girişilmiştir.
Müslümanlar, Kuzey Afrika ile Asya’nın batısını, fethettikleri Batı’nın, Bizans’ın ve İran’ın idârî ve fennî kurumlarına dokunmadılar. Cundişapur Akademisi, yeni İslâm devletinin fen ve tıp merkezi olarak yaşamaya devam etti. Emeviler devrinde ilim adamları, özellikle tabipler Cundişapur’dan Şam’a gidiyorlardı. Bunların içinde Arap ismini taşıyan gayrimüslimler de bulunuyordu. Şunu da belirtmek gerekir ki, Emevi devrinin sona erdiği sıralarda Müslümanlar fıkhı, ilmî bir sistemle geliştirmeye, hadislerin tenkidî bir kontrolünü ve tasnifini yapmaya başladılar.
Miladî 750 yılından 1258’de vukû bulan Moğol istilâsına kadar süren Abbasiler dönemi, ilmî gelişmeler açısından da çok büyük bir öneme sahiptir. Ebu’l-Abbas’dan (750-754) sonra, Abbasilerin gerçek kurucusu sayılan Mansur’un (754-775) ardından Mehdî (775-785), Harun Reşid (786-809), Me’mun (813-833), Mu’tasım (833-842) ve Vâsık (842-847) gibi halifeler devrini kapsayan 750-847 tarihleri arasındaki dönem, Abbasilerin ve İslâm tarihinin altın devri sayılır. Aynı devirde karanlık çağını yaşayan Avrupa ve Hıristiyan dünyası da bu dönemi, dünya ilim ve medeniyet tarihi açısından altın çağ olarak kabul eder.
Özellikle Talas savaşı (Temmuz 751) sonrasında, önce Semerkant’ta imal edilmeye başlayan kâğıt, daha sonra bütün İslâm dünyasına yayılmıştır. Türklerin ve diğer Müslümanların dünya medeniyet tarihine kâğıdın yayılmasının sağlanması takdirle karşılanmaktadır. Zira kâğıt daha önceleri kullanılmakta olan ipek, parşömen ve papirüse göre ilmin gelişmesinde ve sonraki nesillere aktarılmasında önemli bir araç olmuştur. İmar faaliyetlerinin yanında idarî ve ilmî alanlarda da gelişmelerin sürdüğü bu dönem, konumuz bakımından da ayrı bir önem taşır.
Emevilerin düşüşünden seksen sene sonra dünya neredeyse Arapça konuşuyordu. İslâm düşüncesi yeni bir istikamet almış bulunuyordu. Felsefî ve ilmî konulara ait eserler geniş ölçüde Arapçaya çevriliyor ve Aristo’nun, yeni Eflâtuncu şarihlerin eserlerinin bü- yük kısmı ve Eflâtun’un eserlerinin bazıları, keza Galen’in eserlerinin büyük kısmı, diğer tıp yazarlarından ve onların şarihlerinden bazı parçalar bu çevrilen eserler arasında bulunuyordu.
Abbasi Dönemi
Abbasilerin ilk dönemine bakıldığında İslâm kültür ve medeniyetinin, ilim, kültür, sanat alanları ile bunların kurumlaşması bakımından ciddi gelişmeler ortaya koyduğu görülür. Meselâ Harun Reşid, devletin bütün imkânlarını ilmin geliştirilmesi için seferber etmiş- tir. Oğulları Me’mun ile Mu’tasım da babalarının yolunu izlemişlerdir. Eski medeniyet ve kültür merkezleri fethedilince Müslümanlar Bâbil, Hint, Âsur, Fenike, Grek, Roma, İran ve Yunan medeniyetlerinin sahip oldukları ilmî ve kültürel mirasa ulaşmışlardır. Bu merkezlerin başlıcaları İskenderiye, Antakya, Nusaybin, Cundişapur, Harran, Ruhâ-Edessa (Urfa) ve Kınnesrin’de (Kuzey Suriye’de bir şehir) faaliyet gösteren medreseler olmuştur.
Bu dönemde büyük bir tercüme faaliyetine girişilmiştir. Tercüme faaliyetinin ilk safhası olan ve Me’mun’un halifeliğine kadar olan dönemde (750-813), oldukça önemli sayıda eserin çoğunluğu yeni Müslüman olmuş mütercimler tarafından Arapçaya tercüme edildiğini göstermektedir. Me’mun ve onu takip eden halifeler döneminde ise tercüme faaliyetleri Bağdat’taki Beytü’l-Hikme’de devam etmiştir. Beytü’l-Hikme’nin daha önceki halifeler tarafından kurulduğu kabul edilirse de Halife Me’mun (813-833) tarafından 830 yılında geliştirilip teşkilâtının tamamlandığı yeni araştırmalarla ortaya konmuş bulunmaktadır. Burası bir fen ilimleri üniversitesi, bir rasathane ve bir kütüphaneden meydana gelmekteydi. Burada, maaşları devlet tarafından ödenen mütercimler kurulu vardı. Çeşitli ilim sahalarındaki eski Yunan, Mısır ve Hint bilim ve kültürüne ait eserler Arapçaya çevriliyordu. İslâm coğrafyasındaki ilmî faaliyetler, bu müessesedeki çalışmalarla gelişerek çok canlı bir hal almıştır.
Halife Me’mun Bağdat’ta muntazam bir tercüme mektebi kurarak orayı mükemmel bir kütüphane ile donattı. Burada Huneyn b. İshak (öl. 873) gibi mütercimler heyeti başkanı vardı. İlim tarihlerinde IX. yüzyılın ilk yarısına nasıl, Doğu’nun matematikte en önemli devrini açan Muhammed bin Musa el-Harezmî (öl. 850?) kendi ismini verecek kadar büyük bir bilginse, o çağın son yarısına da Ebubekir Râzî (öl. 925) de aynı şekilde adını verecek derecede büyük bir filozof hekimdi.
Hicrî birinci asır ile ikinci asrın bir kısmında, ilimleri telkin ve hıfzetme yolu ile öğ- renip elde etme usulünden vazgeçmeyen ilim adamlarının, Abbasiler döneminden farklı bir yol tuttukları görülmektedir. Meselâ; Huneyn’in çalışma tarzı günümüz ilmî araştırmalarına uygun bir tarzdaydı. Kendisi bir kitabın üzerinde çalışıyorken hiç olmazsa üç nüshasını göz önünde bulundurur ve nüshaları karşılaştırarak çalışırdı.
Huneyn b. İshak’ın büyük birer mütercim sayılan çağdaşları da vardı. Bunlardan başka daha az önem arz eden eserleri tercüme eden doksan kadar öğrencisi bulunuyordu. Hubeyş, büyük tabip ve riyaziyeci Huneyn’in oğlu İshak, Sâbit b. Kurre büyük mütercimlerden bazılarıdır. İslâm’ın ilk filozofu sayılan el-Kindî (öl. 866?) fizik vadisinde ismi en çok anılan bir âlimdir.
Gerek Harun Reşid’in sarayında, gerekse vezirlerin saraylarında devrin ileri gelen fikir adamları, şairler, muhaddisler, tarihçiler, toplanır ve karşılıklı münakaşalarda bulunurlardı. Bu geleneğin menşeini ilk dört halife devrine kadar çıkaranlar vardır. Yalnız, ilk halifelerin mütevâzi toplantılarıyla, bu devirde görülen ve muayyen merasime tâbi olan toplantılar arasında büyük farklar görülmektedir. Meselâ dört halife devrinde herhangi bir kimse istediği zaman toplantıyı terk etmekte serbestti. Abbasiler devrinde ise, tam bir edebî ekol halinde gelişen bu tip toplantılar, herkese açık bir durumda değildir. Ancak davet edilenler katılabilir ve halife toplantıyı açmadan kimse konuşmaya başlamazdı. Bu dönemde mesela Harun Reşid’in sarayında yapılan toplantılara katılan şair Ebu Nuvas, musikişinas Musullu İbrahim ve oğlu İshak, filolog Ebu Ubeyde, tarihçi el-Vâkıdî gibi ünlü isimler, bu toplantıların seviyesini anlamak bakımından yeterlidir sanırız.
Böylece oluşan İslâm kültür hayatında kısa zamanda büyük bir gelişme görülür. Bilhassa matematik ve astronomi alanında görülen Hint tesiri, el-Harezmî gibi ünlü bir astronomun yetişmesine zemin hazırlamıştır. Güzel sanatlar ile edebiyatın gelişmesinde önemli bir rolü görülen İran kültürünün İslâm kültür ve medeniyetine orijinal bir katkıda bulunmadığı bugün bir vâkıa olarak kabul edilmekte ise de “Arap diliyle yazılmış bütün İslâmî eserler yalnız Araplara, sanat eserlerini de İranlılara mal etmek” gibi bir görüşün hatalı olacağını ifade etmek mümkündür. Bunun yanında İslâm medeniyetinde Türk sanatının da müessir olduğu hususu artık bugün bilinen bir gerçektir.
Yunan kültürünün tesirlerinin devam ettiği Urfa, Harran, Antakya ve Doğu ile Batı felsefelerinin devamlı bir şekilde irtibat hâlinde bulunduğu İskenderiye gibi şehirler, Müslümanlar tarafından fethedilerek buralardaki kültür mirasına sahip olunmuştur. Müslü- manlar büyük devletler kurarak devlet yönetiminde birçok kaide ve kurallar ortaya koydukları gibi İslâm öncesi medeniyetlerin ilimlerini naklederek onları olduğu gibi ibkâ ve iktifa eylemeyerek aldıkları ilimleri iyice inceleme yolunu seçmişlerdir. Gerek kendi akıl ve düşüncelerinin mahsulü, gerekse İran, Hind, Keldânî ve Yunan’dan iktibas ettikleri ilimler ve araştırmaları daha da artırarak yeni gelişme ve ilerlemelere vesile olmakla kalmayıp, yeni İslâmî ilimlerle dil ilimleri gibi birtakım ilimler ve bilgiler ortaya koymuşlardır. Gö- rülüyor ki, Abbasiler devri ilmî faaliyetler bakımından oldukça zengindir.
Bu dönemlerde yetişenler arasında Türk dünyasında kabul gören ya da aslen Türk sayılan birçok âlim ve bilgin bulunmaktadır. Bunlar arasında İslâmî ilimler alanında, eserleri Kütüb-i Sitte arasında yer alan, Buharî, Tirmizî ve Nesâî gibi hadisçiler yanında, bir itikâdî mezhep imamı olan İmam Matüridî de bulunmaktadır.
Aklî ilimlerde ise; Beytü’l-Hikme’nin müdürlüğünü yapmış olan Câbir ve Ortaçağ matematik ilminin en büyüklerinden biri kabul edilen Harezmî (750-850), Aristo ve Eflatun’un görüşlerini İslâm inancıyla uzlaştırmaya çalışan ve İslâm-Türk medeniyet tarihinde muallim-i sânî (ikinci öğretmen) unvanını alan Fârâbî (870-950) ile tıp sahasında yazmış olduğu eserleri ve yaptığı çalışmalarıyla tanınan, yüzyıllarca Avrupa üniversitelerinde eserleri okutulan İbn Sina (980-1037) bunların en meşhurlarındandır.
Mâverâünnehir ve Horasan Bölgeleri
İslâmî ilimlerin gelişmesi Abbasilerle birlikte İslâm medeniyetinin genişleyip yayılmasından sonra da giderek artmıştır. İran’ın doğusundaki geniş araziye adını veren Horasan bölgesi, Mâverâünnehr’i de içine alarak geniş bir bölgeye ad olmuştur. Nişabur, Merv, Herat, Belh gibi önemli şehirlerin bu bölgede X-XII. asırlar arasında önemli bir ilmî faaliyete sahne oldukları görülmektedir.
Müslümanlar gelmeden önce dinî bir birliğe sahip olmayan Mâverâünnehir’de İslâm medeniyetinin tesiri ile diğer dinler zaman içinde varlıklarını yitirmişlerdir. Böylece bu bölgede İslâm medeniyetinin şemsiyesi altında bir kültür kaynaşması olmuştur. Bu sayede Türkistan, İslâm medeniyetinin kuruluşunda yetiştirdiği büyük ilim ve fikir adamları ile müstesna bir mevki kazanmıştır. İlk dönemde yetişen Müslüman Türk âlimleri bu medeniyetin kuruluşu ve İslâmiyet’in yayılışı bakımından büyük hizmetler ifâ etmişlerdir. Bunlardan bir kaç bilginin adını hatırlatarak devrin ve bölgenin önemine dikkat çekebiliriz. İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin dostunun oğlu olan Abdullah bin Mübarek et-Türkî (736-798) gibi tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinde önemli bir âlimin yetişebilmesi İslâmiyet’in yayılma gücünü gösterir.
X. yüzyılın ilk yarısında Türkistan’da Fârab yakınında Vasiç köyünde Türk aileden yeti- şen Fârâbî, bazı tarihçilere göre, doğuda hâce-i evvel olarak kabul edilen Aristo gibi, hâce-i sânî (ikinci öğretmen) olarak isimlendirilmiştir. İlimde Fârâbî’nin en önemli ve orijinal eseri Kitâbu’l-Mûsikîdir. Avrupa’da musikî teorilerine esas teşkil etmiştir. İhsâu’l-Ulûm adındaki eserinde de Aristo’ya yakın bir ilim tasnifi yapmıştır. Fârâbî’nin fiziği Aristo’nun fiziğinin hemen hemen aynıdır. Siyaset felsefesiyle de uğraşan Fârâbî, Arâü’l-Medineti’l Fâdıla adıyla sosyolojiye yaklaşan bir eser yazmıştır. Görülüyor ki Fârâbî, ilmin birçok dalında çalışmış ve gerçekten Doğu’nun Aristosu adını almaya hak kazanmıştır.
Türkistan ve Mâverâünnehir’de hüküm süren Karahanlılar (840-1212) devri, Türk kültür ve sanat tarihi bakımından özel bir yeri olmakla birlikte ilimlerin öğrenimi ve yetişen âlimler bakımından da önem arz eder. Bu devirde Türkler arasında oldukça geniş fikrî ve ilmî faaliyetler görüldüğü gibi Balasagun ve Kaşgar gibi şehirler de birer ilim ve kültür merkezi haline gelmişti.
Karahanlılar döneminde Türkler arasında sadece İslâm kültürü gelişmemiş, Türk kültürü de buna paralel olarak önemli bir seviyeye ulaşmıştır. Türkçe eserler yazılarak, Türk- İslâm edebiyatının ilk ürünleri de bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu edebî eserler Uygur ve Arap harfleri ile yazılmıştır. Bu arada Müslüman Türk hükümdarlar emirname ve defterlerini Türkçe olarak Uygur harfleriyle yazdırmışlardır.
Buhara ve Semerkant, dönemin en önemli iki ilim ve kültür merkezi olmuştur. Bu şehirler binlerce öğrenci ve hocayı bünyesinde barındırmış, medreselerinde pek çok âlim ders vererek, öğrenci yetiştirmişlerdir. Nitekim Semerkant’ta bir medrese yaptırılmıştı ve bu medrese ile diğer ilmî faaliyetler devletten destek görmekteydi. Kaşgar, Balasagun, Özkend medreseleri İslâmî ilimleri Türklerin arasında yayarak, Türklerden bu sahada büyük âlimlerin yetişmesine ortam hazırlamışlardır.
Kaşgar’da büyük âlimler yetişmiş ve bunlar önemli eserler ortaya koymuşlardır. Sem’ânî (öl. 1166)’nin Kitabu’l-Ensâbı ile Cemal Karşî’nin Mülhâkatü’s-Sürah adlı eseri Karahanlılar döneminde Doğu Türkistan’da İslâmî ilimlerin önemli bir gelişme gösterdiğini, buralarda Türk müfessir, muhaddis, lisan ve edebiyat mütehassıslarının yetiştiğini göstermektedir. Edebi eserler Uygur ve Arap harfleriyle yazılmıştır. Hükümdarlar da emirname ve defterlerini Türkçe olarak Uygur harfleriyle yazdırmışlardır.
Karahanlılardan günümüze ulaşan en önemli eserlerden biri Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig (1070’de yazıldı) adlı eseridir. Siyasetname mahiyetindeki bu eserin adından da anlaşıldığı gibi; Devlet Yönetme Bilgisini veren bir kitap olduğu bilinmektedir. Bu eser, aruz vezniyle manzum olarak yazılmış olup 6500 beyitten oluşmaktadır. Müellif bu eserinde ideal devlet idaresinin nasıl olması gerektiğini anlatmaktadır. Uygur harfleri ile Türkçe olarak yazılan ve Türk dilinin kitap hâline gelmiş en eski abidesi olan bu eser, Karahanlı ailesinden Tamgaç Buğra Han (1052-1068) adına yazılmıştır ve daha sonraki yüzyıllarda birçok devlet adamı ile hükümdarının da “başucu” kitabı olmuştur.
Bu dönemin diğer bir önemli eseri de Kaşgarlı Mahmud tarafından 1073-77 yılları arasında Bağdat’ta yazılan ve Abbasi halifesi Muktedî Billah’a (1074-1094) sunulan Divânu Lügati’t-Türktür. Türkçe’nin güzelliklerini, yabancılara özellikle Araplara göstermek için kaleme alınan bu eserde, Karahanlı devri Türk tarihi, kültürü, coğrafyası, folkloru, siyasî ve sosyal hayatı ile inançları hakkında önemli bilgiler bulunmaktadır.
Gazneliler döneminde (936-1187) devletin resmî dili Farsça idi. Arapça eğitim dili olarak kullanılıyor; saray, ordu ve halk arasında ise Türkçe konuşuluyordu.
Ebu’l-Fütûh Abdülgâfir b. el-Hüseyin’in (öl. 1096) yazmış olduğu Târîh-i Kaşgârı da dönemin önemli eserlerindendir. Büyük Türk mutasavvıfı Ahmed Yesevî’nin (öl. 1166) Divân-ı Hikmeti de bu dönemin mahsullerindendir. Ahmed Yesevî, hece vezniyle yazmış olduğu Türkçe hikmetleriyle halkın anlayacağı bir dille halka hitap etmiş ve bu hikmetler kısa zamanda etkisini göstererek Yesevîlikin özellikle Türkler arasında bütün Türkistan’a yayılmasına ve hikmetler yazma geleneğinin yaygınlaşmasına sebep olmuştur. Uygur harfleri ile yine Türkçe olarak yazılan bir başka Karahanlı dönemi eseri, Edib Ahmed b. Mahmud Yüknekî tarafından kaleme alınan nasîhatnâme türündeki Atebetü’l-Hakâyıktır.
Karahanlı hükümdarları sadece Türkçe yazan şair ve edipleri değil, Arapça ve Farsça yazanları da himaye etmekteydiler. XI. yüzyıl âlim ve şairlerinden; Emir A’mak Buhârî, Necîbî, Fergâni, Reşîdî, Semerkandî ve “Sindbadnâme” ile “A‘râzu’s-Siyâse fî ‘Arâizi’rRiâye” adlı meşhur eserlerin yazarı Muhammed b. Ali es-Semerkandî’yi sayabiliriz.
Gazneliler döneminde (936-1187) devletin resmî dili Farsça idi. Buna karşılık Arapça, eğitim dili olarak kullanılıyor; saray, ordu ve halk arasında ise Türkçe konuşuluyordu.
Başta Sultan Mahmud (998-1030) olmak üzere bütün Gazneli sultanları İslâm kültürü ile yetişmişlerdi. Sultan Mahmud, başkent Gazne’yi âbidevî binalarla süslemiş, burada büyük bir akademi kurmuştu. Akademiye bağladığı gelirlerle burayı büyük imkânlara kavuşturmuş ve sarayını ilim ve sanat adamlarına açmıştı. el-Bîrûnî (öl. 1061), Utbî (öl.1084) ve Firdevsî (öl.1020?) gibi ilim adamı, şair ve edipler onun sarayında bulunanların en tanınmışlarıdır.
Büyük bir bilgin ve araştırıcı olan el-Bîrûnî, el-Âsâru’l-Bâkiye ‘ani’l-Kurûni’l-Hâliye ve Tahdîdu Nihayeti’l-Emâkîn isimli eserlerinin yanısıra, Hind kültür ve medeniyetini anlatan ve mukayeseli dinler tarihine öncülük yapmış olan Tahkîku mâ li’l-Hind, astronomiyle ilgili el-Kânunu’l-Mesûdî, değerli taşlar ve minerallerle ilgili Kitâbu’s-Saydala isimli eserleri kaleme almıştır. Bîrûnî çok değişik konularda çalışmış; tarih, dinler tarihi, matematik, trigonometri, astronomi, jeoloji, coğrafya, botanik, fizik, astroloji ve tıp gibi konularda eserler ortaya koymuştur.
Dönemin tarihçisi olan Utbî, Târîhu’l-Yemînî adlı eserini Sultan Mahmud adına yazmıştır. Bu dönemin diğer büyük tarihçisi ise Zeynu’l-Ahbâr adlı eserin müellifi Ebu Saîd Abdülhayy b. Dahhâk Gerdizî’dir (XI. yüzyıl). Tarihu Beyhakî’nin yazarı Ebu’l-Fazl Muhammed b. Hüseyin Beyhakî (öl.1077) de zikredilmesi gereken önemli tarihçilerdendir.
Gazneliler döneminde, özellikle Sultan Mahmud ve oğlu Mesud zamanında (1030- 1041) Gazne şehri bir ilim ve kültür merkezi haline gelmiş, saray, hürmet ve itibar gösterilen şairlerle dolmuştur. XI. yüzyılda yaşamış Türk asıllı olan Menuçehrî, Ferrûhî gibi şairlerle Farsça şiir yazan İran asıllı Escedî, Senâî ve meşhur Şehname yazarı Firdevsî gibi şairler de Gazneli sarayında yaşayan dönemin önemli ediplerinden bir bölümüdür.
Selçuklular Dönemi
Selçukluların (1040-1308) ve onlardan doğan devletlerin medeniyet tarihinde en büyük hizmetleri şüphesiz, Tuğrul Bey’den (1040-1063) itibaren İslâm dünyasının her tarafını cami, medrese, kütüphane, tıp mektebi, hastahane, imaret, zaviye ve kervansaraylar ile donatarak, bu müesseselerin devamı için büyük vakıflar kurmuş olmalarıdır. İlk Selçuklu medresesi, Tuğrul Bey döneminde Nişabur’da kurulmuştur. Başkent Rey’de de bir medrese vardı. Fakat Selçuklular döneminde ülkenin her tarafında medreselerin kurulması Alp Arslan dönemininde (1064-1072) gerçekleşmiştir.
Asıl teşkilâtlı öğretim müesseseleri Alp Arslan’ın izniyle vezir Nizamülmülk tarafından başta Bağdat olmak üzere Büyük Selçuklu devletinin hâkimiyetindeki şehirlerde yaptırılan Nizamiye Medreseleridir. Daha sonra bu medreseler İsfahan, Rey, Nişabur, Merv, Belh, Herat, Basra, Musul gibi şehirlerde de kurulmuştur. Hatta bütün İslâm dünyasında bir Nizamiye Medreseleri geleneği yaygınlaşmıştır.
Bu medreselerde sadece dinî ilimler değil, aynı zamanda filoloji, matematik, astronomi, tıp ve felsefe gibi dil ilimleri ile akla ve deneye dayanan ilimler de okutulmaktaydı. Tıp ve astronomi alanında yeni çalışmalar yapılıyor, çeşitli şehirlerde bîmâristan, dârüşşifâ, dârussıhha adı verilen hastaneler kuruluyordu. Bu hastahanelerde aynı zamanda tıp öğretimi de yapılıyordu. İlk Selçuklu hastahanesinin Nişabur’da Nizâmülmülk (öl.1092) tarafından yaptırılan bîmaristan olduğu bilinmektedir.
Tıp öğreniminin hastahanelerde yapılması gibi, astronomi tahsili de rasathanelerde yapılmaktaydı. İsfahan ve Bağdat’ta Melikşah’ın yaptırmış olduğu rasathanelerde, aynı zamanda rubaileriyle ünlü Ömer Hayyam’ın (öl.1132?) yanında Ebu’l-Muzaffer İsfizâri (öl.1121’den önce) gibi bilim adamları çalışmışlardı.
Ömer Hayyam’ın içinde bulunduğu bir heyet, Melikşah (1072-1092) adına 1 Mart 1079’u başlangıç kabul eden Celâlî takvimini hazırlamıştı. Sultan Muhammed Tapar dö- neminde (1105-117) astronomi âlimi Ebu’l-Kasım Hibetullah’ın (öl. XII. yüzyıl) rasat âletleri ile usturlâb yapımında eşi yoktu.
Sultan Sancar döneminde (1117-1157) Selçuklu şehirlerinin enlem ve boylam dereceleri ile kıble yönlerini gösteren Zîc-i Sancâriyi tertipleyen Ebu Mansur Abdurrahman Hâzinî de (XII. yüzyıl) önemli ilim adamlarındandır. Yine bir Türk filozofu olan Mahmud Harizmî (XII. yüzyıl) ile Mehmed İlakî de (XII. yüzyıl) Sultan Sancar’ın himaye ettiği bilgin dostları idiler. XIII. yüzyılda ise ünlü astronom Nâsıruddin Tûsî (öl.1274), Merâga rasathanesinde önemli çalışmalar yapmıştı.
Anadolu Selçukluları da merkezî şehirlerde (Konya, Sivas, Amasya, Kayseri vs.) medreseler, darüşşifalar, zaviyeler, hanlar, kervansaraylar kurmuşlar, ilmin gelişmesi için bü- tün gayretlerini seferber etmişlerdir. Beylikler döneminde de bu ilim müesseseleri sultan ve beylerin çeşitli yerlerden ilim ve sanat adamları getirterek himayeleri altına almalarıyla devam etmiştir.
XIII. yüzyılda hemen bütün Selçuklu şehirleri bir veya daha fazla medreseye sahip bulunuyordu. Sultanların ulemaya hürmet ve itibar göstermesi ve bilhassa Moğol istilasından kaçıp Anadolu’ya sığınan âlim, şair ve mutasavvıfların çalışmalarının buralara canlı- lık kazandırması, Selçuklu medreselerini haklı bir üne kavuşturmuştur.
Sultanların ilme ve âlimlere itibarları Selçuklularda hemen her sahada bilginlerin yetişmesine imkân vermiştir. Büyük âlim Ebu’l-Meâli Cüveynî (öl. 1085), büyük İslâm mütefekkiri Gazalî (öl. 1111), meşhur Hanefi fakihi Pezdevî (öl. 1089), el-Mebsût yazarı Serahsî (öl. 1090), mezhepler tarihi mütehassısı Muhammed Şehristânî (öl. 1153), müfessir ve fakîh Kâdî Beyzâvî (öl. 1286), felsefî kelam hareketini canlandıran âlim ve astronom Kutbeddin Şirazî (öl. 1311), tarihçilerden İbn Hassul, Ebu Tahir Hâtunî, Muizzî (öl. 1127), Ali b. Zeyd Beyhâkî (öl. 1170), İbn Bibî, Kerimüddin Mahmud Aksarâyî, İbnü’l-Kıftî (öl.1249), sultanların himayesini gören İranlı şairlerden Emir Muizzî, Enverî, Ezrâkî ve Nizamî, Anadolu topraklarında ise Mevlanâ, Yunus Emre, Hoca Dehhânî, Sultan Veled, Gülşehrî gibi tanınmış şairler Selçuklu döneminde yetişen önemli şahsiyetlerden sadece bir kaçıdır.
Gerek Selçuklularda gerekse daha önceki Türk devletlerinde (Gazneli, Karahanlı) yazılan eserlerin Arapça ve Farsça olmalarından dolayı, bu dillerde eser veren Türk bilgin ve sanatçıları çoğunlukla Arap ve Acem ilim adamlarıyla karıştı- rılmışlardır. Bunların künyelerine bakıldığında yukarıda belirttiğimiz dönemlerde eser verenlerin yarısının olmasa bile üçte birinin Türk asıllı olmaları ihtimal dâhilindedir. Bu devletlerin himayesinde eser veren müelliflerden Arap ve Acem asıllı olanlarının da meydana getirmiş oldukları eserler Türk devlet adamı ve hükümdarları sayesinde olmuştur. Bu sebeple, bu ilim adamları ile şair ve ediplerin ilme ve sanata katkılarını da, en azından Türklerin yönetiminde oldukları dönemler gözönüne alındığında, bunları Türklere bağlamak veya Türklerin himayeleri ile gelişmiş olan bir ortamda vücut bulduklarını söylemek yanlış bir kanaat olmayacaktır.
Kendilerinden önceki Müslüman Türk devletleri gibi Harzemşahlar da ilme ve ilim adamlarına çok büyük önem vermişlerdir. Semerkant, Buhara, Merv ve Gürgenç gibi şehirler dönemin en önemli ilim ve medeniyet merkezleri olma özelliğini devam ettirmişlerdir.
Müfessir Zemahşerî (öl. 1144), şair ve münşî Reşîd Vatvat (öl. 1178), büyük âlim Fahreddin Râzî (öl. 1209) ve Bahaüddin Veled (öl. 1231) ile Harzemli tabip ve âlim Seyyid İsmail Cürcânî (öl. 1137) dönemin önemli şahsiyetleri arasında yer almaktaydılar.
Timurlular Dönemi
XIV. yüzyıldaki Timurlular dönemi, Türk uygarlık tarihinin rönesansıdır ve dünya tarihi içerisinde önemli yere sahiptir. Aynı zamanda bu dönem bilgin hükümdarlar dönemidir. Timurlu sultanlarınından çoğu, bilim ve sanatla ilgili eserler bırakmış kimselerdir. Sultanların kendileri de bilgin ve müderris olduklarından eğitim ve öğretimle doğrudan ilgileniyor, hatta medereselerde ders veriyorlardı. Bu dönemin belirgin bir yönü sanat eserlerinde Türkçenin büyük bir ustalıkla kullanılmış olmasıdır.
Batılıların bilgin hükümdarlar devleti dedikleri Timurlular, Cengizhan devletinin devamı kabul edilir. Bu devletin hem resmi dili hem de bilim ve edebiyat dili Türkçedir. Daha sonraları bilim ve edebiyatta Arapça ve Farsça dilleri yer almakla birlikte Türkçenin Çağatay ve Uygur lehçeleri de varlıklarını özellikle hükümdarların eserlerinde sürdürmüşlerdir. Câmiî (öl.1492), Kâsım-ı Envâr (öl.1433), Ali Şir Nevâî (öl.1501), Hoca İsmat Buharî (öl.1436-1437) gibi meşhur şairler Timur ve diğer hükümdarların saraylarında himaye edilmişlerdir.
Uluğ Bey (1409-1449), Hüseyin Baykara (1470-1506) ve Babürşah (1526-1530) Timurlu sultanların önde gelenlerindendir. Uluğ Bey, astronomide ün yapmıştır. 1420’de Semerkant’ta bir rasathane kurmuş ve Zîc-i Uluğ Bey adlı 1018 yıldızı içeren katalogunu meydana getirmiştir. Bu eser birçok dile çevrilmiştir. 1394-1449 yılları arasında yaşamış olan Uluğ Bey aynı zamanda hafız ve şairdi. 1438’de doğan Hüseyin Baykara, sanat, edebiyat ve bilimdeki başarılarıyla üne kavuşmuştur. 1483-1530 yılları arasında yaşamış olan Babür, Hint-Türk devletinin kurucusu olup üçüncü kuşaktan Timur’un torunudur. Babür’ün önemi, büyük bir yazar, üstün bir sanatkâr ve Ali Şir Nevâî’den sonra Türk dilini savunan bir sultan olmasından ileri gelmektedir. Babürnâme, Aruz Risalesi, Mübeyyen, Divân ve Vâlidiye Risalesi Tercümesi Bâbür’ün eserleri arasındadır.
Anadolu Coğrafyası
Anadolu, özellikle Güneydoğu Anadolu, İslâm’ın zuhurundan ve ilk yayılma yıllarından itibaren müslümanların temasta bulundukları bir bölge olmuştur. Selçuklu devletinin kuruluşu (1040) ile Malazgirt Savaşı (1071) arasındaki dönemde, Müslüman Türkler daimi bir akış halinde Anadolu hudutlarına girerek, Malazgirt savaşından sonra ise Türklerin burayı daimi bir yurt haline getirmiş oldukları bilinmektedir.
Anadolu, Selçukluların idaresine geçtikten sonra Türk ve dünya tarihinin önemli bir kültür hadisesine şahit olmuştur. Bu olay Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasının aynı anda vukû bulmasıdır. Zira 1071 Malazgirt Zaferi’nden itibaren Türkmenlerin Anadolu’ya sevki meselesi Büyük Selçuklu sultanlarının değişmez bir politikası olmuştur. Böylece Türkleşen ve İslâmlaşan Anadolu’da, Büyük Selçukluların İslâm ülkesinin diğer bölgelerinde kurup geliştirdikleri kültür müesseseleri, birbiri ardından kurularak bu coğ- rafyada yeni bir kültür ortamının oluşmasını sağlamıştır.
Anadolu’da kurulan ilk eğitim müesseselerinden medreseler, II. Kılıç Arslan (1153- 1192) döneminde görülmeye başlamıştır. Daha önce sadece Danişmendli hükümdarı Yağı Basan’ın (1142-1164) Tokat’ta ve Niksar’da yaptırmış olduğu medreseler (1157-58) ile Diyarbakır’daki Zinciriye (1198) ve Mesudiye (1198) medreselerinin mevcudiyeti bilinmektedir. II. Kılıç Arslan, biri Konya, diğeri Aksaray’da iki, emirlerinden Altun Aba da yine Konya’da bir medrese yaptırmıştır (1196’dan önce). Daha sonra Konya’da Sırçalı (1242-1243), Karatay (1251), Atabekiyye (1251), İnce Minareli (1252); Kayseri’de Hunad Hatun (1237-38), Sâhibiye (1267-68), Sivas’ta Gökmedrese (1271), Bürûciye (1271-72), Çifte Minare (1271), Kırşehir’de Cacaoğlu (1271) medreseleri tesis olunmuştur.
Beylikler ve Osmanlılar, eğitim-öğretim müesseseleri kurmak suretiyle kendilerinden öncekilerinin geleneğini devam ettirmişler ve yönetimleri altındaki bölgelerde çok sayıda medrese kurup buralarda ilim adamlarının ders vermelerini sağlamış, ilme ve ilim adamlarına da destek vermişlerdi.
Burada Anadolu Selçukluları, Beylikler ve bilhassa Osmanlılar döneminde eser veren müellifleri, ilim adamlarını tek tek sıralamamız bu ünitenin amacını ve sınırlarını aşar. Kaldı ki, onların isimlerinin ve eserlerinin bir kitapla sınırlandırılamayacak kadar fazla olduğunu düşünerek, bu konuda sadece Beylikler devrine dair birkaç örnek vermek suretiyle dönemin ilim hayatı bakımından sahip olduğu canlılığa işaret etmekle yetineceğiz.
Mahzenü’l-Esrâr’ın müellifi Genceli Nizamî (1140-1200), bu eserini Mengücükoğulları hükümdarı Fahreddin Behramşah’a (1169-1225) ithaf edince, kendisine 500 dinar ile bir at hediye olarak verilmiştir.
Sühreverdî-i Maktul, “Kitâbu’l-Elvâhı’l-İmâdiye”sini II. Kılıç Arslan’a (1155-1192) ithaf etmiştir. “Mürşidü’l-Küttab”, “Ravzatü’l-Küttâb” ve “Berîdü’s-Sa‘âde” adlı eserlerin müellifi Muhammed b. Gazi (öl.1211?), “Ravzatü’l-Küttâb”ını Rükneddin Süleyman Şah’a (1196-1203), “Berîdü’s-Sa‘âde”sini ise Keykâvus b. Keyhüsrev’e (1204-1211) ithafen yazmıştır. Şair Kânî‘î’nin Kelile ve Dimne ile otuz ciltlik bir Selçuklu Şehnamesi yazdığı (1260) kaynaklarda kaydedilmektedir.
Selçukluların zayıflamalarıyla ortaya çıkan Beyliklerin ilmî ve fikrî faaliyetleri teşvik etmeleri sonucunda ilim geleneği Anadolu’da devam etmiş ve bu sayede yeni eserlerin ortaya konması mümkün olmuştur.
Anadolu Beylikleri devrinde tıp dalındaki eserlerden en önemlisi İshak b. Murad’ın yazmış olduğu Müntehâb-ı Şifâ-i Tıb (Hulâsatü’t-Tıb)’dır (1389). Hacı Paşa’nın 1380’de Aydınoğlu İsâ Bey adına yazdığı Şifâü’l-Eskâm ile Müntehâb-ı Şifası ve Germiyanlı Ahmedî’nin Tervîhu’l-Ervahı yine aynı ilim dalında yazılan eserlerdendir.
Astronomi ile ilgili olarak Allâme Şirazlı Mahmud’un Kastamonu Bey’i Hüsâmeddin Çoban’ın oğlu Muzafferüddin Yavlak Arslan (öl. 1292)’a ithaf ettiği İhtiyârâtü’l-Muzafferîsi ile Şemseddin Mehmed Tusterî (1310) tarafından ve Eşrefoğullarından Mübârizüddîn Mehmed b. Süleyman (1302-1320) adına kaleme alınan felsefî mahiyetteki el-Fusûlü’lEşrefiye de burada zikredilmesi gereken eserlerdendir.
Osmanlılar döneminde yazılan eserler hakkında bir fikir edinmek için, sadece Taşköprülüzâde’nin (öl. 1561), eş-Şakâiku’n-Nu’mâniyye adlı eserinde, kendi dönemine kadar tesbit ettiği Osmanlı ulemasının sayısının beş yüzü geçtiğini ve Kâtip Çelebi’nin (öl.1656) Keşfü’z-Zünûn adlı meşhur eserinde, on beş bine yakın kitap ve risale ile on bin kadar müellif ve şârihden bahsettiğini söylemek yeterli olacaktır.
İslâm Medeniyetinin Batı’ya Tesirleri
İslâm Medeniyetinin Batı’ya Geçiş Yolları ve Türkler
İslâm medeniyetinin sınırları, Batı dünyasının kapılarını Emevilerden sonra devamlı zorlamış, Türklerin İslâm’ı kabullerinden sonra ise durum daha da yaygınlaşmıştır. Hele Anadolu’nun fethinde başarılı olunmasının ardından gerek haçlı seferleri, gerekse Müslü- man Türk akıncıları aracılığıyla İslâm medeniyeti ile Batı medeniyeti yüz yüze gelmiştir.
Fârâbî, İbn Sina ve Gazâlî gibi İslâm filozoflarının eserleri ile Aristo’nun Arapçaya tercüme edilmiş eserlerinin Arapçadan Latinceye çevrilme faaliyetleri yanında Batı dünyası diğer ilimlerle de meşgul olma mecburiyetini duymuştur. Hatta XII. yüzyılın üniversitelerinde İbn Sina’nın el-Kânûn Fi’t-Tıb adlı eseri ile İbn Rüşd’ün tıbbî risaleleri üzerine yoğunlaşmış bulunuyorlardı.
Romalılar ve onların mirasçısı olan Bizanslılar, Doğu ve Batı dünyasını Akdeniz etrafında toplayarak meydana getirdikleri Akdeniz medeniyeti ile Doğu kültürünün Batı’ya geçmesinde aracı oluyorlardı. İslâm’ın ortaya çıkışı ile Batı dünyası Doğu kültürünü İslâm medeniyeti aracılığıyla anlamak ve aktarmak durumunda kaldı. Eski Doğu medeniyetinin ve Antik devir ilimlerinin Batı’ya aktarılmasında Müslümanlar aracı olarak önemli roller oynadılar. Uzak Doğu menşeli ilimleri yerinde öğrenen Müslümanlar bu ilimlere önemli ölçülerde katkılarda bulunarak onları Batı’ya aktardılar.
Türklerin İslâmlaşmaları dönemindeki Ortaçağ Avrupası’nın durumlarını ifade etmek oldukça zordur. Çünkü kilise ve derebeylerinin zalim ve gaddarca tutumları yanında kilisenin menfaatlerine uymayan herkesi aforoz etme yetkisine dayanarak cezalandırıyordu.
1. Bu dönemde İslâm medeniyeti Avrupa’ya İspanya yoluyla ilk defa adımını attı. Ekonomik ve kültürel gelişme kısa zamanda Avrupa’nın bu bölgesinde yaşayışa tesir etti.
İspanya’nın 711 yılında Müslümanlar tarafından fethinden sonra, 755 tarihine kadar Suriye’deki halifelik merkezi tarafından idare edildi. 715’den Abdurrahman devrinin sonuna kadar (912-961) İslâmî eğitim, sanat ve ilimlerle Avrupa’yı besledi. O devirde Avrupa’nın profesörlerinin dahi Kurtuba’da imtihan edilmeleri âdeti vardı. X. yüzyılda dünyanın en ayrıcalıklı bölgesi haline gelen Müslüman Endülüs, örneği çok az görülen bir dinî ve fikrî hoşgörü ile özgürlüğün merkezi olmuştu. IX.- XII. yüzyıllar arasında dünyanın en büyük uygarlığı olan İslâm medeniyetinin Latin kültüründe açıkça üstünlüğü göze çarpmaktaydı. Kuzey İspanya ise bu kültürü Avrupa’ya taşımakta önemli rol oynuyordu.
İspanya, İslâm medeniyetinden Avrupa’nın istifade ettiği bölge olmuştur. Çünkü Doğu ile Batı arasındaki teması burası kolaylaştırmış ve Endülüs İspanyolları Arap dilini bilgi ve edebiyat için kullanılabilecek tek dil olarak görmüşlerdir. Bu dil İspanya’da öylesine ilerlemişti ki, Hıristiyan kilise mensupları İspanya kilisesindeki dinî eserleri Arapçaya tercüme ettirmeye başlamışlardı. Bir yandan İncil Arapça’ya tercüme edilirken, diğer taraftan Müslümanların dinî hukuk ve bilim kitapları da Latinceye çevrilmiştir.
2. İslâm medeniyetinin Batı’ya ikinci tesir kapısı da Sicilya idi. Müslümanlar kurdukları medreselerinde Hıristiyan bilginlerin yetişmesine yardım ettiler. Burada Müslümanlardan kalma saray ve merasimlerin yanı sıra İslâmî örf, âdet ve ilimleri de Hıristiyanlar devam ettirdiler. Resmî dil olarak Arapça kullanıldı. Hatta diplomaların bir kısmı bile Arapça yazıldı. Kısacası, X. yüzyılda Sicilya’daki Norman hâkimiyeti İslâmî bir karakter taşıyordu.
Müslümanlar Sicilya’yı IX. asırdan XI. asrın sonlarına kadar idare etmişlerdir. Bu dö- nemde Hıristiyan ahaliye geniş bir muhtariyet hakkı tanınmıştır. Vergiler hafifletilmiş, din adamları, kadınlar ve çocuklar vergiden muaf tutulmuşlardır. Müslümanlardan sonra Norman hâkimiyetinde bile Sicilya’nın görünümü tamamen İslâmî kılığa bürünmüştür. Norman sarayında Müslüman âdetleri uygulanmış, Arapça ve Yunanca konuşulmuştur. Kral, şark kıyafetleri giyinmiş, hatta II. Roger’in merasim cübbesinin üstüne Arapça harfler işlenmiştir. Sicilya’daki Palermo İlim Akademisi herkese açık hale gelmişti. Bu nedenle çeşitli milletlere mensup âlimler buraya gelmişlerdir. Müslümanların büyük coğrafya âlimi İdrisî (öl. 1165) de bunlar arasında yer almıştır. Normanlar, Müslüman hukukunu da değiştirmeden devam ettirmişlerdir.
Norman hâkimiyetinin sona ermesi Müslüman tesirlere son vermemiş, Sicilya kralı ve aynı zamanda Alman İmparatoru II. Fredric ilmî faaliyetlerin devam etmesini sağlamış, böylece İslâm’ın tesiri daha da artmıştır. Arapça da dâhil altı dil bilen Fredric, Doğu’nun üstünlüğünü tamamen görmüştür. Hıristiyanlığı, İslâm ve Müslümanlığı, Hıristiyan gö- züyle inceleyerek dinlerin saf ve hurafe taraflarını tespit etmiştir. Müslüman medeniyetine karşı büyük bit temayülü olan kral, 1240’da kâinatın ebedîliği, ruhun mahiyeti, imanla ilmin münasebetleri gibi felsefî meseleleri İslâm âlimlerine sorarak tartışma ve öğrenme imkânını bulmuştur. İslâm medreselerine öğrenciler göndererek İslâm eserlerini tercüme ettirmiş ve bu medreseler tarzında okullar açtırmıştır. Onun sarayı (Palermo) daha çok Müslüman sarayına benziyordu. 1224’te Napoli Üniversitesi’ni kurdu. Pek çok kitabı oraya topladı. Âlimleri, edebiyatçıları himaye etti, bilimsel çalışmaları destekledi.
3. İslâm medeniyetinin Avrupa’ya girişinin üçüncü ve en önemli yolu Haçlı seferleri olmuştur. Bu seferler, kilise tarafından İslâm’ın tesir gücünü kırmak ve Hıristiyanlık bilincini ayakta tutmak için düzenlenmiş, ancak Müslüman Türklerin karşı koyması ile durdurulabilmiştir. XI. yüzyılın sonlarına doğru başlayıp XV. yüzyıla kadar defalarca tekrarlanan Haçlı seferleri Avrupalıların İslâm ülkeleriyle temasa gelmelerini sağlamıştır.
Bu seferlerden kurtulup geri dönebilenler, Müslüman Türkün imanını, hükümdarlarına saygısını, temizlik, mertlik ve dürüstlüklerini anlatmakla bitirememişlerdir. Haçlı seferleri esnasında Avrupa’da devlet bir teşkilat olarak mevcut değildi. İşte Batı dünyası bu seferler sâyesinde Türklerden devlet teşkilâtını öğrendi. Kudüs’te ancak yarım asır kalabilen Avrupalılar, binlerce Müslümanı şehit ettiler. Ancak zamanla Müslümanları taklit etmeye başladılar. Eserler tercüme edip ayrıca İslâm dünyasını anlatan eserler kaleme aldılar. İbn Sina’nın Kitabü’n Nefs ve Şifa adlı eseri Yohannes tarafından bu seferler sonrasında Avrupa dillerine kazandırıldı. Fârâbî ve Gazalî gibi filozof ve ilim adamları Avrupa tarafından araştırıldı.
Açıkçası Haçlı seferleriyle Batı, Doğu’yu tanıdı. Haçlılar, İslâm medeniyeti mensuplarını kendilerinden daha farklı, daha gelişmiş, daha önde ve daha liberal buldular. Avrupa’nın zihninde geniş ve yeni bir dünya görüşü belirdi. İki yüzyıl kadar süren Haçlı- Müslüman teması, Avrupa’da yeni bir yaklaşım oluşturdu. Avrupa’ya düşünce özgürlüğü, felsefenin öğrenilmesi, refahın artması, toplum hayatının oluşması konusunda büyük bir adım atılmasına yol açtı. Dolayısıyla Avrupa’nın hayat tarzı ile şehirleşme ve kurumlar Haçlı seferlerinden sonra ortaya çıkmıştır.
4. İslâm medeniyetinin Batı’ya taşınmasında diğer bir yol İtalyan liman şehirleridir. Akdeniz ticareti, Orta ve Kuzey Avrupa’ya Venedik, Pisa, Lucac ve Cenova gibi liman şehirleri aracılığıyla aktarılıyordu. Bu yolla daha çok kültür alışverişi olduğu ve Doğu ile Batı arasındaki bu kültür alışverişinde Yahudi ilim adamlarının rollerinden söz edilebilir.
5. İlmî sahada Müslüman Türk âleminin Batı’ya tesiri XII. yüzyıldan itibaren etkili olmuştur. Bu konuyu açıklayan bir iki örnekle yetinmek istiyoruz. Gazâli, İbn Sîna ve Fârâbî’den başka Doktor Râzî’nin çeşitli hastalıkların tedavisinde kullandığı ilaçlar tıp tarihinin tespitleri arasındadır. Dünyanın çevresinin ölçüsü için yapılan çalışmaları Şakiroğulları denen üç kardeş ile Ahmed b. Ferzânî’nin yaptıkları da gerçekten önemlidir. Yahya Bermekî’nin kurduğu Beytü’l-Hikmeden başka Uluğ Bey’in kurduğu rasathaneleri yanında, kimya ve matematik ilimlerinde Avrupa ilmî lisanına girmiş birçok Müslüman Türk bilgininin isimleri sayılabilir.
Osmanlı devletinin yükselme devrinin sonlarına kadar (XVI. yüzyıl ortaları) yaklaşık altı yüzyıl Türkler Avrupa’nın içlerine kadar ilerlemişlerdir. Buralardaki, Osmanlı hâkimiyeti devam etmiştir. Bu hâkimiyetin en açık kanıtı Balkan dillerindeki Türkçe ve Türkçedeki Slav menşeli kelimelerdir. Hâlâ Balkanlar’da ve Rumeli’de ayakta kalabilmiş mimarî yapılarla çeşitli müesseselerin Osmanlıların İslâm medeniyetini bölgeye taşıdığını açıkça göstermektedir.
Sonuç olarak, Avrupa XII-XV. yüzyıllar arasında İslâm’dan aldığı ilim, kültür ve teknik aşılar sayesinde kendi medeniyetini kurabilmiştir. İşte bu durum İslâmiyet’in tarih açısından bir mucizesi sayılabilir. Zira Doğu kültürlerini yüksek bir medeniyet senteziyle yeniçağa ulaştırma şerefinin Hıristiyanlığa değil İslâm’a ait olduğunu bu durum ortaya koymaktadır.
İslâm Medeniyetinin Batıya Katkı ve Etkilerinin Görüldüğü Başlıca Alanlar
Felsefe
Müslüman âlimler Yunan edebiyat ve felsefesini inceleyerek ilerlemiş ve bugünkü Avrupa medeniyetinin temellerini atmışlardır. Müslümanlar antik felsefî fikirlerin nakilcileri olmaktan çok Batı’nın hem öğretmen ve ilham kaynakları, hem de karşı konulması ve susturulması gereken düşmanları idiler. Avrupa’da felsefenin bu yönde gelişimi, etkisi, akıl-iman uyumu fikri (İbn Rüşdcülük) Rönesans ve aydınlanma felsefesine temel oldu. Bu sebeple İslâm’ın rolü pasif olmamış, Batı’yı daha dinamik ve verimli hale getirmişti. Özellikle İbn Rüşd Batı düşüncesini etkilemişti. Batı ona katıksız bir rasyonalist tanımını yakıştırmış ve orada bir İbn Rüşdcülük akımı bile ortaya çıkmıştır.
Bunlardan başka birçok İslâm filozofu ve bunlar vasıtasıyla birçok eski Yunan filozofu öğrenilmiş, eserleri çeşitli Avrupa dillerine çevrilmiş ve Avrupa filozoflarını etkilemiş- lerdir. Bunlar arasında; Aristo, Platon, Galenos, Hipokrat, Batlamyus, Kindî, Fârâbî, İbn Tufeyl, el-Harizmî, Ebu’l-Alâ, el- Maarrî, İbn Haldun, Râzî, Taberî ve benzerlerini sayabiliriz. Ayrıca bunların felsefe ile beraber diğer bilimlerdeki başarıları da Batı eserlerine örnek olmuş, sanat, edebiyat ve hatta musiki alanında kendilerini göstermişlerdir.
Tıp
İslâm-Arap tıbbı Batı’da büyük bir itibar görmüş, İslâm tabipleriyle âlimlerinin tıp eserleri Avrupa’nın birçok üniversitesinde tıp eğitiminin temelini oluşturmuştur. Batı’da üniversitelerin ilk âlim ve öğretmenleri Müslüman Arap âlimlerin öğrencileriydi. Fransa kralı III. Henri Fransa’da tıbbın gelişmesini kolaylaştırmak için Paris Colege Royal’de Arap dili kürsüsü kurdu (1587). Büyük Müslüman Arap okullarını örnek alarak kurulan Palermo, Ortaçağ boyunca İtalya’da tıp tahsilinin merkezi oldu.. Anatominin ve tıbbın babası kabul edilen Andreas Vesalius İslâm tıp kitaplarını kavramak için Arapça öğrenmişti.
Müslüman Arap tıbbının Batı’daki otoritesi ilk olarak Kitabu’l-Hâvîsiyle Râzî olmuş- tur. Büyük bir İslâm tabibi olup iki yüz yirmiden fazla eseri vardır. el-Hâvî defalarca Avrupa dillerine tercüme edilmiştir. Avrupa’da bilinen diğer tıpçılardan bazıları; Ebu’lKasım ez-Zehrâvî, İshak el-İsrâilî, İbnü’l-Cezzar’dır. Bütün bunlardan sonra İbn Sina’nın el-Kânûn fi’t- Tıbbı tanınınca diğerlerinin ünü gölgelenmiştir. el-Kânûn, hem Batı hem de Doğu tabipleri için bu alanda asırlar boyu adeta Kitab-ı Mukaddes olma mazhariyetine nâil olmuştur. Doktorların şahı unvanıyla anılan İbn Sina’nın el-Kânûnu asırlarca Avrupa tıp okullarının temel kaynağı kabul edildi. Almanya Tübingen Üniversitesi ile Frankfurt Oder Üniversitesi’nde uygulanan ders programının temelini Râzî ve İbn Sina’nın eserleri teşkil etmiştir. Bu alanda başka örnekler de vardır.
Riyazî İlimler
Sayı sistemi ile rakamları Batı’ya Müslümanlar tanıttı. Sıfırı Batı’dan en az 250 yıl öncesinde Müslümanlar kullanıyorlardı. (700’lerde Müslümanlar Hind’den almışlar, Avrupa’ya Pizalı Leonard sayesinde geçmiştir.) Müslümanların en büyük matematikçisi el-Harizmî, Batılılar üzerinde bu alanda en fazla tesiri olan bir bilgindir. el-Câbir’in eserleri de Latinceye tercüme edilmiştir. Batı dünyasında Geber adıyla tanınan Câbir b. Hayyan çok yönlü bir âlimdir. Bîrûnî’nin fizikteki tespitleri ve icatları da Batı’ya tanıtıldı. Battanî’nin astronomik buluşları da öğrenildi.
Diğer Bilimler
Eczacılık, veterinerlik ve kimya Müslümanlardan öğrenilmiştir. Şekeri ilk defa şurupta ve ilaç içirmede Müslümanlar kullandılar. Kimya bilgisi, maddeler, elementler, karışımlar, analiz metodları gibi kimya yöntemlerini Batı’ya Müslümanlar taşıdılar.
Kahireli İbnü’l-Heysem; fizik araştırmaları, optik ve göz hastalıkları konusunda Batı’ya öğretmenlik yapmış, fotoğraf makinesinin esasını teşkil eden karanlık odayı keşfetmiştir.
Müslümanların en güzel başarılarından biri de hastahanelerin organizasyonudur. Tıp tarihçisi Neuburger, İslâm memleketlerinde akıl hastalarının itina ve sevgi ile tedavi gördüklerini, Batı’da ise onların uzun zaman birer cânî gibi algılandıklarını belirtir.
İslâmî bilimlerden birçok terim de Batı dillerine geçmiş olup endüstri sahasında kâğıt fabrikasyonu ve dericilik, silah imalâtı, boyacılık gibi değişik sanatları Batılılar Müslü- manlardan öğrenmişlerdir. Ayrıca ziraat metotları ve birçok bitki türü Batı’ya tanıtılmakla kalmamış, aynı zamanda bunlar yetiştirilmeye çalışılmıştır.
Dil
Avrupalı milletlerin lugatları ve Avrupâî ilim İslâm kültürünün çok zengin ve sürekli tesirlerini belirten Arapça kelimeler Batı dillerinde hâlâ kullanılmaktadır. Bunlar yalnızca astronomi, matematik, kimya, eczacılık gibi bilim dallarında veya ticaretle ilgili sayısız deyimlerde değil, giyim eşyaları gibi, günlük hayatın birçok alanında da isim olmuş ve kullanılmışlardır.
Kültür Hayatı
VIII. yüzyılda İspanya’yı fetheden Müslümanlar burada parlak bir uygarlığın temsilcileri olmuşlardır. Pek çok bitki türü Ortaçağ’da Avrupa’ya getirilmiş, pirinç, pamuk, şeker kamışı gibi birçok kelime Arapça olarak bu dillerde kullanılmaya devam edilmiştir. Bu arada VIII- XI. yüzyıllar arasında çeşitli bitki türleri de Akdeniz havzasına yayılmıştır. Baharatlar Avrupalıların beslenme alışkanlıklarını da değiştirmiş, damak zevklerini zenginleştirmiştir. Akdeniz yemek sanatı diye nitelenecek olan husus, kökenini, XIII-XIV. yüzyıllarda Arap-Türk geleneklerinin çok yönlü ilişkilerinden almıştır.
Sulama kanalları, su ve yel değirmenleri inşaatında, at türleri, koyunlar, zeytinyağı ve kâğıt üretimi teknikleri ile inşaat teknikleri, kubbe ve kemer yapımında da Batı’ya öncülük edilmiştir.
İslâm musiki kültürü Endülüs’te tanınmış, Kurtuba’da bir konservatuar açılmıştır. Ayrıca eğlenceli oyunlar, satranç, atçılık sporları, cirit, şövalyelik gelenekleri de Müslümanlara dayanır.
Edebî Tesirler
İlmî sahada İslâm’ın başlıca fonksiyonu, antik mirasın önemli bir kısmını Batı’ya aktarmak olmuştur; ancak sanat ve edebiyat alanlarında ise kendi birikimini daha fazla aktarmıştır. Doğu’nun bu konuda Batı’ya tesiri, İslâm medeniyeti bünyesinde, hem ruh hem de şekilde Doğu’nun eseri olan belirgin bir manevi mirasın varlığını kabul etmeyi gerektirir. Doğu, bu alanda yalnız bir aracı ve geliştirici olarak rol oynamamış, aynı zamanda kendi sanatının yaratıcısı olarak da etkili olmuştur. Batı, Ortaçağ’da neredeyse farkında olmadan, modern çağda ise daha bilinçli ve daha sistematik bir biçimde bu edebî temaslardan etkilenip kendi geleneğine yabancı kültür unsurlarını almış ve kendine uygun bir hâle getirmiştir.
Ayasbeyoğlu, N. (1968). İslâmiyetin Eğitimimize Getirdiği Değerler ve Kur’ân-ı Kerim’in Eğitim İle İlgili Âyetlerinin Tahlili, İstanbul.Aydın, M. (1985). “Türklerin Felsefe Kültürüne Katkıları”, Türk Kültüründen Görüntüler, Ankara.Bursalı M. T. (1996). Türklerin Ulûm ve Fünûn’a Hizmetleri, İstanbul.Danişmend, İ. H. (1971). Garp Medeniyetinin Menbaı Olan İslâm Medeniyeti, İstanbul. Dülger, B. (1963). İslâmiyetin Manevî ve Kültürel Değerleri, Ankara. el-Farukî İ. R.-el-Farukî, L. L. (1991). İslâm Kültür Atlası, çev. M. O. Kibaroğlu-Z. Kibaroğlu, İstanbul.Hodgson, M. G. S. (1993). İslâmın Serüveni Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih, c.1, İstanbul.Hunke, S. (1972). Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi, çev. S. Sezgin, İstanbul.İhsanoğlu, E. (2003). Osmanlılar ve Bilim Kaynaklar Işığında Bir Keşif, İstanbul.Kramers, J. H. (1934). İslâm Medeniyeti Tarihinde Coğrafya ve Ticaret, çev. Ömer Rıza, İstanbul.Mayerhof, M. (1935). İslâm Medeniyeti Tarihinde Fen ve Tıp, çev. Ömer Rıza, İstanbul.Sami, Ş. (1980). İslâm Medeniyeti, İstanbul.Saraç, C. (1983). Bilim Tarihi, Ankara.Sezgin, F. (2004). İslâm Kültür Dünyasının Bilimler Tarihindeki Yeri, Ankara.Sezgin, F. (2007). İslâm’da Bilim ve Teknik, I-V, Ankara.Turan, O. (1969). Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, İstanbul.Yüksel, A. T. (2002). İslâm’da Bilim Tarihi Başlangıçtan Osmanlı Döneminin Sonuna Kadar, Konya.