İçereği Atla

İslamın Tarihi Seyri

11 Haziran 2025 yazan
İslamın Tarihi Seyri
ercan dede
| henüz yorum yok

7.yy.’ın başında Hz Peygamber sav tarafından tebliğ edilen dinin adı İslâm’dır. İslâm kelimesi, ‘Allah’ın iradesine teslim olmak’ anlamına gelmektedir. Müslüman, Allah’ın iradesine teslim olan kişidir. Bu dinin getirdiği emirler, yasaklar ve tavsiyeler sadece seçkin bir zümreye değil, bütün insanlara hitap ettiği için, İslâm’ın mesajı evrenseldir. Ayrıca İslâm, insanların tamamını sınıf, ırk, dil farkı gözetmeksizin kardeş ve eşit kabul etmektedir. Bu yönüyle de evrensel bir dindir. İslâm’ın öğretilerine göre üstünlük, Allah katındadır ve kişisel çabayla yani Allah’ın emirlerine daha çok sadakat göstermekle elde edilebilir.

İslâm, daha ilk yıllarından itibaren Hz. Muhammed’in gayretiyle Arap Yarımadası’nda yayılmış ve kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim bizzat kendi gözetiminde kayda geçirilmiş- tir. Daha sonra, Hz. Peygamber’in sözleri ve davranışları Hadis kitaplarında derlenmiş ve dinin temel kaynakları ortaya çıkmıştır. İslâm, çeşitli coğrafyalarda yayıldıkça temel prensiplerden ayrılmadan yeni yorumlar kazanmış ve bunun sonucunda hem inanç hem de uygulamada çeşitli mezhepler ortaya çıkmıştır.

Tarihsel Süreç

7.yy.’ın başında Arabistan Yarımadası’nda ortaya çıkan İslâm, kısa zamanda Ortadoğu’ya, Afrika’ya, Güney Avrupa’ya, Anadolu’ya oradan Balkanlar’a, Hindistan’a ve Uzak Doğu’ya kadar dünyanın hemen hemen her tarafına yayılmış olan ve günümüzde en çok nüfusa sahip bulunan dinlerden biridir.

Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi Hz. İbrahim’in temsil ettiği tevhid inancının ve geleneğinin takipçisi olan İslâm, temelde Yahudilik’teki seçilmişlik inancı ve Hıristiyanlık’taki teslis inancını reddetmekle onlardan ayrılmaktadır. İslâm, Hz. İbrahim’in kurduğu Kâbe’nin de içinde yer aldığı Mekke’de 610 yılında Hz. Muhammed’in tebliğ faaliyeti ile ortaya çıkmıştır. O dönemde, Bizans’ın dini Hıristiyanlık, bugünkü İran topraklarında yer alan Sasaniler’in dini ise Mecûsilik’ti. Araplar arasında putperestlik yaygın bir inançtı. Kabe’de, her biri bir Arap kabilesini temsil eden 360 put vardı. Ayrıca, o dönemde Arap Yarımadası’nda Yemen’de, Taif ’te ve Medine’de Yahudi kabileleri, yine Yemen’in Necran bölgesinde Hıristiyanlar bulunmakta idi. Hz. İbrahim’in tevhid inancını takip edenler olarak kabul edilen ve küçük bir grubu teşkil eden Hanifler de Mekke’de yaşamakta idi. Ayrı- ca, Sabiîler ve Mecusiler de mevcuttu. Arapların büyük bir kısmı, Allah’ı ilah olarak kabul etmekte idiler. Ancak, Allah ile kendi aralarındaki işlerde putları aracı varlıklar olarak kabul ettikleri için, ‘Allah’a ortak koşan’ anlamında onlara ‘müşrik’ denmiştir.

Hz. Muhammed’in 23 yıllık peygamberlik döneminde İslâm, Mekke’den Medine’ye oradan Kuzey’e ve Güney’e doğru yayılmıştır. Hz. Peygamber’in vefatından sonra, hayatta iken ona inanan sahabiler, İslâm’ı çeşitli ülkelere yaymışlardır. Birkaç asır içinde, İslâm’ın kutsal kitabı olan Kur’an çoğaltılıp farklı coğrafyalara ulaştırılmış, Hz. Peygamber’in sözleri derlenip hadis kitapları oluşturulmuştur. Yine aynı dönemlerde, İslâm’ın inanç ve ibadet konularındaki esasları ve uygulamaları çeşitli mezhepler tarafından yorumlanmış ve tespit edilmiştir. Kur’an ve hadislere dayanan İslâm inanç ve ibadet esasları, Müslümanların dünya görüşlerini şekillendirmiş ve bu çerçevede felsefi akımlar ve düşünce ekolleri ortaya çıkmıştır. Ortaçağ boyunca en önemli ilmi faaliyetlerin gerçekleştirilmesine ve sanat eserlerinin üretilmesine ortam hazırlayan İslâm, diğer din mensuplarının kendi dinlerini özgür bir şekilde yaşamalarına imkan sunmayı esas kabul etmiştir.

Hz. Muhammed

İslâm dinini tebliğ eden Hz. Muhammed sav 571 yılında Arabistan Yarımadası’nda Mekke şehrinde dünyaya geldi. Babasının adı Abdullah, annesinin adı Amine’dir. Babası, Hz. Muhammed’in doğumundan birkaç hafta önce ölmüş, ailenin bakımını dedesi Abdülmuttalib üstlenmiştir. O dönemde adet olduğu üzere annesi onu küçükken çöllerde uzun yıllar yanında kalacağı Halime adındaki bir sütanneye verir. Yıllar sonra, Mekke’ye döndüğünde, annesi dayılarını ve babası Abdullah’ın kabrini ziyaret etmek için onu Medine’ye götürür. Mekke’ye dönüş yolunda annesi vefat eder. Bu defa onun bakımını amcası Ebu Talip üstlenir.

Kalabalık bir aileye sahip olan Ebu Talip’le birlikte yaşayan Hz. Muhammed’in, aileye maddi katkıda bulunmak için çalışması gerekiyordu. Önce komşularına ait sürülerin çobanlığını yapar. On yaşından itibaren, ticaretle uğraşan amcasının kervanıyla ona yardım etmek için Suriye’ye gider.

Böylece, ticaretle tanışan Hz. Muhammed, 25 yaşına geldiğinde dürüstlüğü ile herkesin güvenini kazanmıştı. Bir defasında, Mekke’li zengin bir dul olan ve ticaretle uğraşan Hatice’nin teklifi üzerine mallarını Suriye’ye satmaya götürmüş ve bu seyahatten Hatice çok kar elde etmişti. Hz. Muhammed’in iş ahlakından ve şahsiyetinden çok etkilenen Hatice, ona evlilik teklif eder. Hz. Muhammed bu evliliği kabul eder ve Hatice’den 6 çocuğu olur. Hz. Muhammed, evlilikten sonra da, peygamber olmasından kısa bir süre öncesine kadar ticaretle uğraşmaya devam eder.

Yabancı ülkelerden ticaret için Mekke’ye gelen tüccarlar da vardı. Bir defasında, Yemenli bir tüccar, satmış olduğu malın karşılığını Mekkeli tüccarlardan alamadığı için şikayetçi olmuş ve uğradığı haksızlık karşısında kendisine yardım etmeyen Mekkeliler’i hicveden bir şiir yazmıştı. Bunun üzerine, Mekke’nin ileri gelen kabile reisleri bir araya gelmiş ve Mekke’de haksızlığa uğrayan yerli ve yabancı tüccarların haklarını korumak üzere bir anlaşma yaparlar. ‘Erdemliler topluluğu’ anlamına gelen ‘Hilfülfudûl’ toplantısı- na Hz. Muhammed de büyük bir istekle katılmıştır. Hatta, peygamberlik döneminde Hz. Muhammed’in sık sık ‘Ben de o topluluğa katıldım. Bu şerefi bir deve sürüsüne bile de- ğişmem. Hatta, biri o topluluğun adını vererek beni çağırırsa, bugün bile onun yardımına koşarım’ dediği bilinmektedir.

Kaynaklar, Araplar arasında putperestliğin yaygın olmasına rağmen, Hz. Muhammed’in hiçbir zaman putlara tapmadığını kaydetmektedir. Bununla birlikte, Hz. Muhammed’in 35 yaşına kadarki dini hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. 605 yılında çıkan bir yangında, Kabe’nin örtüsü yanmış ve bina büyük ölçüde tahrip olmuştu. Daha sonra, yağan yağmurlar sebebiyle bina tümüyle yıkılır. Bunun üzerine, Kabe’nin yeniden inşası faaliyeti başlar. Yapı- nın bir köşesinde Hz. İbrahim zamanından kaldığına inanılan ve Kabe’nin etrafında yapılan tavafın başlama noktasını işaret eden siyah bir taş vardı. ‘Siyah taş’ anlamına gelen söz konusu ‘hacerülesved’i yerine kimin yerleştireceği ve taşıdığı manevi değer yüzünden bu şerefe kimin sahip olacağı konusu, kabile reisleri arasında tartışmalara neden olmuştu. Daha sonra, Kabe’nin olduğu yere ilk gelecek kişinin bu konuda hakem seçilmesi kararı verildi. Tam da o sırada Hz. Muhammed görünür. O, halk arasında ‘Güvenilir’ anlamında ‘El-Emin’ diye biliniyordu. Bu nedenle, onun hakemliğine herkes güveniyordu. Hz. Muhammed, örtüsünü yere serer ve üstüne kendi elleri ile taşı koyar. Daha sonra, Mekke’deki kabile reislerinden her birinin örtünün bir ucundan tutmasını ve kaldırmalarını ister. Taş, konulacağı yerin seviyesine kadar kaldırıldığında, Hz. Muhammed kendi elleri ile taşı alır ve yerine koyar. Böylece, büyük bir tartışma, herkesin memnun kalacağı şekilde sonuçlanmış olur.

Hz. Muhammed’e ilk vahiy 40 yaşında iken gelir. Beş senedir, Ramazan aylarında Mekke’nin dışında yer alan Hira mağarasına gider ve orada itikafa girer yani kendisini ibadete verirdi. O yıl, Ramazan ayının sonlarına doğru yine itikafa girdiği bir zamanda kendisini bir melek ziyaret eder. Melek, Allah’ın kendisini peygamber seçtiğini haber verir ve Kur’an-ı Kerim’deki Alak suresinin ilk beş ayetini vahyeder. Hz. Muhammed’e gelen ilk ilahi mesaj şöyledir: Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı kan pıhtısından yarattı. Oku! Zira, Rabbin ikram sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretti. O, insana bilmediğini öğretti.’ (Alak suresi, 96/1-5)

Bu olaydan çok etkilenen Hz. Muhammed, doğrudan evine gider ve yaşadıklarını eşi Hatice’ye anlatır ve korktuğunu belirtir. Hanımı ona, kendisinin her zaman fakirlere, dullara, yetimlere ve muhtaçlara yardım ettiğini, çok merhametli ve cömert bir kimse olduğunu, bu yüzden Allah’ın kendisini daima koruyacağını hatırlatır ve onu teskin eder.

Bu olaydan sonra 3 yıl boyunca Hz. Muhammed’e bir daha vahiy gelmez. Bunun üzerine, halk arasında Allah’ın kendisini terk ettiğini söyleyerek onunla alay edenler olur. Ancak, Hz. Muhammed bu dönemde kendisini daha çok ibadete verir. Ardından, bu üç yıllık süreden sonra tekrar vahiy gelmeye başlar. Duhâ suresini teşkil edecek olan bu yeni gelen ayetlerde ise; Allah’ın onu unutmadığı, ahiret hayatının bu dünyadan daha hayırlı olduğu, ona yetim iken sahip çıkanın ve ona doğru yolu gösterenin Allah olduğu belirtilir, yetimlere ve yardım isteyenlere iyi davranması istenir. Artık kendisine gelen ilahi emirleri halka tebliğ etmesi, insanlara iyilikte bulunmaları ve kötülükten uzak durmaları için nasihatlerde bulunması emredilir. Bu konuda, öncelikle kendi yakınlarından başlaması istenir.

Hz. Peygamber, kendisine gelen vahiyde belirtilen mesajı öncelikle kendi yakın arkadaşlarına, kendi kabilesine, daha sonra Mekkeliler’e ve civarda oturanlara, nihayet Mekke’ye dışarıdan gelenlere tebliğ etmeye başlar. Peygamberliğinin ilk yıllarında, insanları putperestlikten ve Allah’ı inkar etmekten vazgeçmeye davet ediyordu. Bu ilk yıllarda, öncelikle insanların doğru bir inanca sahip olmalarını hedefleyen ayetler vahyedilmekte idi. Bu ayetlerde, Allah’ın birliği, ahiret inancı, öldükten sonra dirilişin olacağı, kıyamete dair inançlar üzerinde durulmakta idi.

Hz. Peygamber, gelen ayetleri okuma ve yazma bilen sahabilere yani kendisine tabi olanlara yazdırmakta idi. Kur’an ayetleri, bu şekilde daha başlangıçtan itibaren son vahiy gelene kadar 23 yıllık peygamberlik görevi boyunca Hz. Peygamber tarafından bu iş ile görevlendirilmiş katiplere yazdırılmıştır.

Hz. Muhammed’e inananların sayısı gün geçtikçe artmakta idi. Buna mukabil, ona düşman olanların düşmanlıkları da o oranda artmakta idi. Öyle ki, bu duruma artık tahammül edemeyen Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamber’e ve ona tabi olan müslümanlara eza ve cefa vermeye başlamışlardı. Mekkeli müşrikler, kabilesi tarafından korunmayan ve kimsesiz olan sahabilere açıktan işkence yapmakta idiler. Onları kızgın kumların üzerine yatırıyorlar, ayaklarına zincirler vuruyorlar ve vücutlarını kızgın şişlerle dağlıyorlardı. Hz. Peygamber’in getirdiği dine inananlardan yani müminlerden bazıları, bu işkencelerde can vermiş ve şehit olmuştur. Hak olan dininden vazgeçmeyerek bu uğurda canını veren müminlere, şehit denmektedir. Buna göre, onlar inandıkları dinin hak olduğuna canlarını vererek şahitlik etmişlerdir. Hz. Peygamber döneminde bu işkenceler nedeniyle dininden dönenler olmamıştır.

Müşriklerin müslümanlara karşı uyguladıkları işkenceler artınca, Hz. Peygamber bazı Müslümanların kendi memleketlerini terk ederek Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye eder. Onları, o dönemde adaletli bir kralın hüküm sürdüğü ve insanların zulme uğramadığı Habeşistan krallığına gitmeye teşvik eder. Bunun üzerine, Müslümanların önemli bir kısmı Mekke’den Habeşistan’a hicret eder.

Bunun üzerine, Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamber’i koruyan kendi kabilesi Haşimoğulları’ndan onu dışlamalarını ve kendilerine teslim edilmesini isterler. Haşimo- ğulları kabilesinden, amcalarından Ebu Leheb hariç, inanan ve inanmayanların tamamı bu isteğe karşı çıkar. Bunun üzerine, Mekkeliler’in tamamı Haşimoğulları’na karşı her alanda boykot uygulamaya başlar. Alınan boykot kararlarına göre, hiç kimse Haşimoğulları ile konuşmayacak, onlardan kız alıp vermeyecek, onlarla hiçbir ticari alış-verişte bulunmayacaktır. Bu boykot, çocuk veya yaşlı ayrımı yapılmaksızın kabile fertlerinin tamamına uygulanacaktır. Bu durum, kabileyi çok zor durumda bırakacak. Bu boykot kararına sadece Mekkeliler değil, onlarla ittifak halindeki çevre kabileler de katılınca insanlar bundan çok zarar görür. Ancak, her şeye rağmen Haşimoğulları hiç kimseye zarar vermemiş olan kendi kabilelerine mensup Hz. Peygamber’i müşriklere asla teslim etmemişlerdir. Açlık ve sefaletin yaşandığı bu zorlu yıllar, 3 yıl sürer. Daha sonra, insaflı olan bazı kabile mensupları boykotu delmeye başlar.

Boykot esnasında yaşanan kıtlık ve yoksulluk nedeniyle Hz. Peygamber’in eşi Hatice ve amcası Ebu Talib vefat eder. Bu duruma Hz. Peygamber çok üzülür. İşte tam da bu sırada önemli bir olay olan Miraç hadisesi gerçekleşir. Hz. Peygamber, miraçta Allah’ın huzuruna kabul edilir ve insan bilgisinin dışında yer alan gayb âleminde birçok olaya şahit olur. Miraç ile birlikte Müslümanların günde 5 defa Allah ile buluşması olan namaz farz kılınmıştır. Öyle ki, Hz. Peygamber’in belirttiği gibi, namaz da Müslümanların miracı kabul edilmektedir.

Miraç hadisesinden sonra, müşriklerin düşmanlıklarından sıkılan Hz. Peygamber, Mekke şehrini terk edip Taif ’e akrabalarının yanına sığınmaya karar verir. Ancak, oradaki müşrikler onu taşlayıp yaralarlar. Bunun üzerine tekrar Mekke’ye dönmek zorunda kalır. Ancak, Mekke dışında peygamberlik görevini daha iyi yapabileceği bir ortam ve onu kabul edecek bir topluluk bulma arayışı devam eder.

Hac mevsiminde, her sene Arap Yarımadası’nın çeşitli bölgelerinden insanlar Mekke’ye gelirdi. Hz. Peygamber, bu gelen insanlara kendi peygamberliğini kabul etmeleri için görü- şürdü. O sene, yine bu görüşmeleri yaptığı bir esnada Medine’den bir grup insanla karşıla- şır. Bunlar, Medine’de Yahudi ve Hıristiyanlarla birlikte yaşadıkları için, vahiy ve peygamberlik görevinden haberdar idiler. Onlar, Yahudi ve Hıristiyanların gelecek bir kurtarıcıyı beklediklerini duymuşlardı. Hz. Muhammed’de bu vasıfları gören Medineliler, bu şerefe onlardan önce nail olabilmek için Müslüman olmayı kabul ettiler. Onlar ayrıca, İslâm’ı Medine’de yayacaklarına dair de söz verdiler. Bir sonraki yıl, bir grup Medineli daha Hz. Peygamber’in huzuruna geldi ve ona bağlılık yemini ettiler. Ayrıca, Hz. Peygamber’den kendilerine Medine’de dini tebliğ etmede yardımcı olacak birini göndermesini istediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, sahabelerinden Mus’ab’ı Medine’ye gönderir. Bir yıl sonra, hac mevsiminde Medine’den Mekke’ye 73 kişilik bir Müslüman grup ziyarete gelir. Bunlar, hem Hz. Muhammed’i hem de onunla birlikte olan Mekke’li Müslümanları Medine’ye davet eder. Ayrıca, onları koruyacaklarına ve kendi akrabaları gibi davranacaklarına dair söz verirler. Bunun üzerine, Hz. Peygamber müslümanların küçük gruplar halinde gizli bir şekilde Mekke’den Medine’ye hicret etmelerine izin verir. Bunu duyan müşrikler, hicret edenlerin evlerini yağmalamakla kalmadılar, ayrıca Hz. Peygamber’i öldürmek üzere suikast tertip ederler. Hz. Muhammed, 622 yılında Hz. Ebu Bekir ile birlikte Medine’ye hicret eder. Hicretin gerçekleştiği bu yıl, Hz. Ömer’in halifeliği zamanında Müslümanların kullanacağı hicri takvimin başlangıç yılı kabul edilmiştir.

Hicretten sonra Hz. Muhammed 10 yıl peygamberlik yapacaktır. Mdine’ye hicret edenlere ‘muhacir’; Medine’li müslümanlara ise, Hz. Peygamber’e ve müslümanlara yardım etmeye söz verdikleri için ‘ensar’ denmekte idi. Hz. Muhammed, Medine’ye gelen muhacirler ile ensar arasında kardeşlik anlaşması yapar. Bununla, muhacirlerin yeni yerleştikleri Medine’deki maddi durumlarının düzeltilmesi hedefleniyordu. Daha sonra, Hz. Muhammed Medine’de yaşayan Müslüman olmayan Yahudiler, Hıristiyanlar, Araplar ve diğer toplulukların başkanları ile bir araya gelir ve birlikte uyacakları kuralları yazıya ge- çirirler. Medineliler’in oybirliği ile Medine’nin başkanı seçilen Hz. Muhammed, komşu kabilerler ile ittifak ve yardımlaşma anlaşmaları kurar. Hicretin ikinci yılında Ramazan orucu farz kılınmıştır.

Hicretin 2. yılında Mekkeli müşrikler, güçlü bir ordu ile Bedir’de Müslümanlarla savaştılar. Bu savaşta, Müslümanlardan üç kat kalabalık olan müşrikler büyük bir hezimete uğradılar. Bedir’in intikamını almak için bir yıl savaş hazırlığı yapan müşrikler, Medine’li müslümanlara tekrar saldırdılar. Bu defa Müslümanlardan 4 kat daha fazla olan müşrikler, Uhud’da yaptıkları savaşta istedikleri başarıyı elde edemediler. Bu savaştan sonra, Hz. Muhammed kendisine suikast düzenlemek isteyen Medineli Yahudiler’in komplolarını önceden öğrenmiş, ve bu nedenle aralarındaki anlaşmaya uymadıkları için onlardan Medine’yi terk etmelerini istemişti. Medine’den ayrılan Yahudiler, Mekkeli müşrikler ve çevre kabilelerden aldıkları destek ile Medine’ye saldırırlar. Medine kuşatmasına karşı Müslümanlar şehrin çevresini hendek kazarak müdafa savaşı yaparlar. Müşrikler ve müttefikleri, Hendek savaşı olarak bilinen bu savaşta da başarılı olamamışlardır. Alkollü içkiler ve şans oyunları bu yılda yasaklanmıştır.

Bu savaştan sonra, Hz. Muhammed Mekkeli müşriklerle Hudeybiye’de barış anlaşması yapar. Bu barıştan istifade eden Hz. Peygamber, Arabistan Yarımadası’ndaki yöneticilere ve çevredeki ülkelerden Bizans, İran ve Habeşistan’ın yöneticilerine İslâm dinine davet mektupları gönderir. Gönderilen Müslüman elçilerden birini öldüren katili koruyan Bizans ordusu ile Mute’de savaş yapılır. Müşrikler, Müslümanların düştükleri zor durumdan istifade ile yaptıkları anlaşmayı bozduklarını ilan eder. Hz. Muhammed, Medine’ye saldırmak için müşriklerin hazırlık yaptığını öğrenince, 10 bin kişilik bir ordu ile Mekke’ye ani bir baskın yapar ve şehri kan dökülmeden alır. Mekke’nin fethinden sonra Mekkeliler’i affeder ve ordusuyla birlikte Medine’ye döner. Bunun üzerine Mekkeliler toplu olarak İslâm’ı kabul eder.

Mekke’den sonra Taifliler Hz. Muhammed’e karşı savaş ilan etmiştir. Huneyn Vadisi’nde yapılan savaşta düşman ordusu zorlukla da olsa dağıtılır. Muhasara edilen Taif, 1 yıl sonra İslâm’ı kabul ettiklerini bildirmek ve Hz. Muhammed ile anlaşma yapmak üzere Medine’ye bir heyet gönderir.

Hicretten 10 yıl sonra, Arap Yarımadası’nın tamamı İslâm’ı kabul etmiştir. Dinlerinde ısrar eden Hıristiyanlar’a, Yahudiler’e ve Zerdüştler’e her türlü din özgürlüğü tanınmıştır.

Hicretin 10. yılında ‘Veda Haccı’ olarak da bilinen Hac ibadeti için Mekke’ye giden Hz. Muhammed’i orada ona eşlik etmek isteyen 140 bin Müslüman karşılar. Hz. Muhammed, ünlü Veda Hutbesi’ni burada gerçekleştirir. Bu hutbe, İslâm’ın öğretilerinin bir özeti mahiyetindedir. Söz konusu hutbede; hiçbir tasvir ve sembol kullanmadan Allah’a iman, Müslümanlar arasında hiçbir ırk ve sınıf farkının olmayacağı ve hepsinin eşit oldu- ğu, üstünlüğün ancak Allah’a sadakat ile yani takva ile olduğu, insan hayatının, malının ve şerefinin korunması, faizin yasaklanması, kan davasının kaldırıldığı ve adaletin kişisel olarak aranmayacağı, kadınlara iyi davranılması, mirasın adil olarak kadın ve erkek akraba arasında taksim edilmesi, Kur’an ve Hz. Peygamber’in uygulamalarının müslümanlara günlük hayatlarında rehber olması konuları üzerinde durmuştur. Hz. Muhammed, hac ibadetinden sonra Medine’ye döndüğünde hastalanır ve birkaç hafta sonra 632 yılında vefat eder.

 

Kutsal Metinleri

 

Kur’an

 

Kur’an, Hz. Peygamber’e 23 yıllık peygamberliği süresi boyunca parça parça vahyedilmiş- tir. Ayetler, Hz. Peygamber tarafından görevlendirilmiş olan katipler tarafından kaydedilmiştir. Kur’an’ın dili, Hz. Peygamber’in konuştuğu dil olan Arapça’dır. Hz. Peygamber’e gelen vahiyleri kayda geçiren katiplere, ‘vahiy katipleri’ denmektedir. Hz. Peygamber, kendisine gelen vahiyleri hem yazdırmakta hem de müslümanlara ezberletmekte idi. Böylece Kur’an, hem yazılı malzemelerde hem de insanların ezberlemesiyle hafızalarda korunmuştur. Malzemelere yazılan metinler, Hz. Muhammed’e tekrar okunarak kontrol edilmekte idi. Bu yönüyle, dünyada hiçbir kutsal kitaba nasip olmayan bir metodla günü- müze kadar gelmiştir. Allah, Kur’an’ı kıyamete kadar koruyacağını ifade etmektedir (Hicr suresi, 9). Bu kayıt işlemi, Hz. Peygamber’in nübüvveti yani peygamberlik görevi boyunca devam etmiştir; zira, Kur’an tek seferde inmemiştir. Peygamberliğin ilk 13 yılını kapsayan dönemde Mekke’de vahyedilen ayetlere ‘Mekki ayetler’ denmektedir. Hicretten sonra vahyedilen ayetlere ise, 10 yıllık Medine döneminde vahyedilen ayetler anlamında ‘Medeni’ ayetler denmektedir.

 

Ayetler, ihtiyaç halinde ve özel durumlara cevap olacak şekilde gelmiştir. Hz. Muhammed’in sağlığında tespit edilen Kur’an, birinci halife Hz. Ebu Bekir zamanında vahiy katiplerinden Zeyd b. Sabit başkanlığındaki bir komisyon tarafından derlenmiş ve kitap haline getirilmiştir. Üçüncü halife olan Hz. Osman zamanında ise, bu asli nüshanın kopyaları çıkarılarak çoğaltılmış ve Müslümanların yaşadıkları belli başlı şehirlere gönderilmiştir. Bugün Müslümanların kullandıkları Kur’an metinleri, söz konusu asli nüshanın kopyalarıdır. Böylece, mevcut Kur’an nüshalarının hiçbirinde farklılık bulunmamaktadır. Kur’an’da 114 ‘sûre’ yani bulunmaktadır.

 

Hadis

 

Hz. Muhammed’in söz, fiil ve davranışlarını anlatan ifadelere hadis denmektedir. Hadisler, İslâm’da Kur’an’dan sonra en önemli dini kaynaktır. Müslümanlar, Kur’an’daki bazı ifadelerin açıklamasını veya Kur’an’da yer almayan bazı konularda Hz. Peygamber’in açıklamasını ve tavrını hadislerden öğrenmektedir. Müslüman bilginler, dini konularda Kur’an’dan sonra Hz. Peygamber’in sözlerinin ve davranışlarının yer aldığı hadis metinlerine çok önem verirler, bu kaynaklardan hareketle dini hayata dair kurallar tespit ederler. Önceleri, Kur’an ayetleri ile karışmaması için hadislerin yazılması bizzat Hz. Peygamber tarafından yasaklanmıştır. Ancak, Kur’an ayetleri ile karışma tehlikesi ortadan kalktıktan sonra, Hz. Peygamber bazı sahabelerin hadisleri yazmasına müsaade etmiştir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra, sahabiler tarafından nakledilen hadisler küçük defterlerde toplanmıştır. Zamanla bu metinler ve nakiller hadis uzmanları tarafından derlenmiş ve baş- ta Kütüb-i Sitte adıyla bilinen 6 kitap koleksiyonu ile birlikte birçok kitapta toplanmıştır. Kütüb-i Sitte’de yer alan kitaplar; Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Sünen-i Tirmizi, Sünen-i Nesai, Sünen-i Ebi Davud ve Sünen-i İbn Mâce’dir. Hadis kitaplarında yer alan hadisler, iki kısımdan müteşekkildir. Bunlar, ‘sened’ ve ‘metin’ kısımlarıdır. Hadisleri rivayet eden ‘ravilerin’ isimlerinin yer aldığı kısma ‘sened’; ravilerin naklettiği söze ise ‘metin’ denmektedir. Hadis uzmanları olan ‘muhaddisler’ tarafından sened ve metin tenkidine tabi tutulan hadisler; mütevatir, sahih ve hasen gibi kategorilere göre değerlendirilir.

 

İnanç Esasları

 

İslâm’da inanç esaslarına ‘iman esasları’ da denmektedir. İman, kelime olarak inanmak ve itimat etmek anlamına gelmektedir. İmanın terim anlamı ‘mutlak tasdik’tir. Mutlak tasdikin üç mertebesi vardır. Bunlar: kalp, dil ve fiil ile tasdiktir. Mümin, kalbi ve diliyle birlikte

 

İslâm’ın iman esaslarını tasdik eden kimsedir. İman esaslarını kalbi ile tasdik etmediği halde sadece diliyle yani sözde tasdik edene ‘münafık’ denmektedir. Fiil ile tasdik ise, kalp ile tasdik edilen esasların davranışlarla gösterilmesidir. Yani, kişinin kalben iman ettiğinin gereğini işinde göstermesi ve iman ettiği esaslara göre yapılması gerekeni yapması, yapılmaması gerekeni yapmamasıdır. İslâm’ın iman esaslarının tamamını veya bir kısmını kabul etmeyen kimseye ise ‘kafir’ denmektedir.

 

İslâm’da iman edilecek temel hususlar 6 başlık altında toplanmaktadır. Bunlar: Allah’a iman, meleklere iman, kitaplara iman, peygamberlere iman, ahiret gününe iman ve kadere imandır. Bunların tamamına ‘Amentü’ de denmektedir. İman, iman esaslarını özetleyen ‘icmali iman’ ve iman esaslarını ayrı ayrı ifade eden ‘tafsili iman’ diye iki kısma ayrılır. Kelime-i şehadet ve kelime-i tevhid, icmali imandır. Amentüde belirtilen iman esaslarının tamamı ise ‘tafsili iman’dır. Kelime-i şehadet: ‘Ben Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim’ (Eşhedü ellâ ilâhe illellâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlüh) sözüdür. Kelime-i tevhid ise, ‘Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun elçisidir’ (Lâ ilâhe illallâh, Muhammedün rasûlüllah) sözüdür. Şahitlik etmek, inanç ve davranışlarla İslâm’ın iman esaslarının canlı şahitliğini yapmak anlamına gelmektedir.

 

Allah’a İman

 

İman esaslarının ilki Allah’a imandır. İslâm’ın temeli, tevhid inancı da denilen bir ve tek olan Allah’a iman etmektir. Tarihte, hemen hemen bütün dinlerde bir tek Tanrı inancının olduğu görülmektedir. Kur’an’da Allah’a iman üzerinde önemle durulur. Allah’ın varlığına ve birliğine, O’nun yarattıklarına bakarak ve ibret alıp düşünerek iman etmek tavsiye edilir. Hadislerde, insanın kendi varlığından başlamak suretiyle göklerde ve yerdeki canlılar üzerinde düşünmesi ve böylece Allah’ın varlığı, birliği ve kudreti üzerinde tefekkür etmesi gerektiği belirtilmektedir.Kur’an’da Allah’ın bazı sıfatlarından bahsedilmektedir. Bu sıfatlar, Allah’ın bazı özelliklerini bildirmektedir. Mümin, iman ettiği Allah’ı bu sıfatlar vasıtasıyla tanır ve O’nu bu sıfatlar vasıtasıyla yüceltir.

 

Allah’ın sıfatları ‘zâtî’ ve ‘sübûtî’ olmak üzere ikiye ayrılır. Zâtî sıfatlar, Allah’ın doğrudan ilahlığını ilgilendiren ve O’nu yaratılmışlardan ayıran temel sıfatlardır. Bu sıfatlar veya özelliklerin aksi yaratılmışlar için düşünülebilir fakat, Allah için aksi düşünülemeyecek olan sıfatlardır. Bu nedenle, bu sıfatlara ‘tenzihî sıfatlar’ da denmiştir. Zâtî sıfatlar 6 tanedir ve şunlardır: Vücut (yokluğu düşünülemez olan), Kıdem (varlığının başlangıcı olmayan), Bekâ (varlığının sonu olmayan), Vahdaniyet (benzeri olmayan anlamında tek olan), Muhalefetün Li’l-Havâdis (yaratılmışlara benzemeyen), Kıyam Binefsihî (varlığı için başkasına muhtaç olmayan). Subûtî sıfatlar ise, Allah’ın ne olduğunu ifade eden sıfatlardır. Subûtî sıfatlar 8 tanedir ve şunlardır: Hayat (hayat sahibi), İlim (herşeyi bilen), Semî (herşeyi işiten), Basar (herşeyi gören), Kudret (herşeye gücü yeten), Tekvin (herşeyi yaratan), İrade (dileyen) ve Kelâm (konuşan).

 

İslâm’da Allah’a hiçbir şey ortak kılınmamaktadır. Yani, Allah’a putlardan, canlı ve cansız varlıklardan aracı veya yardımcı tayin edilmez. Böyle bir inancı Kur’an ‘şirk’ olarak nitelemektedir. Allah ile insanlar arasında yardımcı ve yaratmada ortak olan varlıklara inananlara ‘müşrik’ denmektedir ve İslâm bunu şiddetle yasaklamaktadır.

 

Meleklere İman

 

İslâm’ın iman esaslarından biri de meleklerin varlığına imandır. Kur’an’-ı Kerim’de meleklerin Allah’a mutlak itaat eden manevi varlıklar olduğu, Allah’ı tesbih ettikleri, O’nu yücelttikleri ve Allah’ın her emrini yerine getirdiklerinden bahsedilmektedir (Tahrim, 66/6). Kur’an’da çeşitli meleklerden bahsedilmektedir. Cebrail ve Mikail, Kur’an’da isimleri zikredilen büyük meleklerdendir (Bakara, 2/98). Kur’an’da ayrıca, Hârut ve Mârut adlı meleklerden (Bakara, 2/102), ölüm meleğinden (Secde, 32/11) ve Cehennem meleklerinden de bahsedilir.

 

Cebrail, Mikail, Azrail ve İsrafil, İslâm’da dört büyük melek olarak bilinir. Cebrail, Allah’dan aldığı ‘vahyi’ yani mesajı peygamberlere ulaştıran ve büyük meleklerin en önemlisi kabul edilen melektir. Bu nedenle Cebrail’e ‘Vahiy Meleği’ de denmektedir. Cebrail Kur’ân-ı Kerîm’de ‘Cibril, Rû-hulkudüs, Rûhulemîn, Rûh ve Resul’ şeklinde beş değişik isimle ifade edilir. Kur’an’da onun, inkarcılara karşı Hz. Peygamber’in dostu, müminlerin destekleyicisi, Kadir gecesinde meleklerle birlikte yeryüzüne indiği, âhirette insanlar hesaba çekilirken mahşerde saf saf dizilen meleklerin yanında bulunacağı belirtilir. Mikail, insan da dahil olmak üzere canlıların rızıkları, dolayısıyla yağmurların yağması ve bitkilerin gelişmesi gibi işlerle ve tabiat olaylarını idare etmekle görevli melektir. Azrail, zamanı geldiğinde kainattaki bütün canlı varlıkların yaşamına son vermekle görevli olan ölüm meleğidir. İsrafil ise, kıyametin başlangıcında sûra üflemekle görevli olan melektir.

 

Ayrıca; Kur’ân-ı Kerîm’de insanların üzerinde yaptıklarını bilen gözetleyicilerin bulunduğu ifade edilir ve bunların Allah nezdinde ‘makbul yazıcılar’ olduğu belirtilir. İslâm kaynakları, bu meleklere ‘Kirâmen Kâtibin’ melekleri veya ‘Hafaza’ melekleri demektedir. ‘Münker Nekir’ ise, kabir meleklerine verilen addır. Münker Nekir meleklerinin, ölen ki- şiyi ölümünden hemen sonra sorguladıklarına ve bu sorgulama sonucunda kişinin mezarının ya cenetten bir bahçe ya da cehennemden bir çukur olacağına inanılır.

 

Kitaplara İman

 

Kur’an’da birçok ayette ‘Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine’ imandan bahsedilmektedir. Kur’an’da Hz. İbrahim’e Suhuf ’un, Hz. Musa’ya Tevrat’ın, Hz. Davud’a Zebur’un ve Hz. İsa’ya İncil’in Allah tarafından verilmiş veya indirilmiş kitaplar olduğu belirtilmektedir. İslâm’a göre, söz konusu peygamberlere verilen bu kitapların asıllarının kudsiyetine inanmak, iman esaslarından biridir. Bu nedenle, onların bugünkü hallerinin tahrife uğradığı kabul edilmektedir.

 

İslâm’da, Allah’ın peygamberlere göndermiş olduğu kitaplar arasında Kur’an’ın özel bir yeri vardır. Kur’an, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed’e gönderilmiş son kitaptır.

 

Peygamberlere İman

 

Allah’dan aldığı öğretileri, emir ve yasakları insanlara ileten kişiye peygamber denmektedir. İslâm’a göre peygamber, Allah tarafından kendisine gelen vahiyler doğrultusunda Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara ileten, Allah’ın öngördüğü yaşam konusunda insanlara önder ve örnek olan seçilmiş kişidir. Allah’ın belli zamanlarda insanlara uyarıcı ve kendi emirlerini bildiren peygamberler gönderdiğine inanmak, İslâm’ın iman esaslarından biridir.

İnsanlar kendi çabaları ile peygamber olamazlar. Peygamberlik görevi Allah tarafından, yine O’nun seçtiği kimselere verilir. Peygamberler, vahiy ve mucize ile Allah tarafından desteklenir.

 

Kur’an’da peygamber ile ilgili ‘resul’ (elçi) ve ‘nebi’ (haber veren) kavramları kullanılmaktadır. ‘Resul’, kendisine bir kitap ve şeriat verilen peygamberlere denmektedir. ‘Nebi’ ise, resuller tarafından tebliğ edilen kitap ve şeriatler doğrultusunda Allah’tan aldıkları talimatlarla insanları uyaran ve yönlendirmeye çalışan peygamberlerdir. Ancak, Kur’an’da peygamberler hem nebi hem de resul olarak isimlendirilir (Meryem, 19/51-54).

İslâm’a göre peygamberler, sürekli Allah’ın gözetim ve denetimi altındadırlar; yaptıkları hatalar anında düzeltilir. Bu nedenle, peygamberlere itaat etmek İslâm’ın esasındandır.

 

Kur’an’da, her topluma bir peygamber gönderildiği belirtilmektedir. Ancak, Hz. Muhammed son peygamberdir. Ondan sonra başka bir peygamber gelmeyecektir. Bu nedenle, Kur’an’da Hz. Peygamber’e ‘Peygamberlerin Sonuncusu’ anlamında ‘Hâtemü’n-Nebiyyin’ denilmektedir. Kur’an’da, 25 peygamber ismen zikredilmiştir. Bunlar: Adem, İdris, Nuh, Hud, Salih, Lut, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Şuayb, Harun, Musa, Davud, Süleyman, Eyyüp, Zülkifl, Yunus, İlyas, el-Yesea, Zekeriyya, Yahya, İsa ve Hz. Muhammed’dir. Kur’an’da adı geçen Uzeyr, Lokman ve Zülkarneyn’in peygamber olup olmadığı tartışmalıdır.

 

Peygamberlerin ortak özellikleri vardır. Bunlar: ‘Sıdk’, ‘Emanet’, ‘Fetanet’, ‘İsmet’ ve ‘Tebliğ’dir. Sıdk, peygamberlerin her zaman doğru olduklarını ve hiçbir zaman yalan söylemediklerini belirtir. Emanet, peygamberlerin güvenilir kimseler olduğunu, hiçbir zaman aldatmadıklarını belirtir. Fetanet, peygamberlerin üstün zekaya sahip kimseler olduğunu ifade eder. Peygamberlerin hata yapmaktan korunmuş olmaları, ‘İsmet’ sıfatına sahip oluşları nedeniyledir. Peygamberlerin, Allah’dan aldıkları mesajı insanlara eksiksiz bildirmeleri, ‘Tebliğ’ sıfatına sahip oluşlarının bir gereğidir.

 

Ahirete İman

 

İslâm’ın iman esaslarından biri de ahiret inancıdır. Ahiret, dünya hayatından sonra başlayıp devam edecek olan ikinci hayattır. Ahiret inancı, insanın öldükten sonra tekrar dirileceğine ve dünya hayatında işlediklerinden hesaba çekileceğine inanmaktır. Bireysel olarak ahiret hayatı ölümle birlikte başlar. Kıyamet, haşir, hesap, cennet ve cehennem ahiret hayatı ile ilgili kavramlardır. Kur’an’da, ahiret inancı ve öldükten sonraki hayata ve safhalara ilişkin çok açık bilgiler yer almaktadır.

 

İslâm’a göre dünya hayatı geçicidir, ebedi değildir. Belli bir zaman sonra Dünya’nın sonu gelecek ve insanlar dahil bütün canlılar yok olacaktır. Böylece, ahiret hayatı başlayacak. Kı- yamet saati geldiğinde insanlar öldükten sonra yeniden dirilecek ve böylece haşir gerçekle- şecek. Öldükten sonra hesaba çekilmek üzere yeniden dirilen insanların toplanacağı yere ‘Mahşer Yeri’ veya ‘Arasat’ denmektedir. Tekrar dirilen insanlar, Dünya’da iken yaptıklarından dolayı Allah’ın huzurunda hesaba çekilecek, buna göre ceza veya mükafaat görecektir. Buna göre, Dünya hayatını Allah’ın emirlerine göre geçirenler mükafaatlandırılacaklar ve Cennet’e gireceklerdir; Allah’ın emirlerine göre geçirmeyenler ise cezalandırılacaklar ve Cehennem’e gireceklerdir. Kur’an’da, Cennet ve Cehennem hayatının ebedi olacağı belirtilir.

 

Kadere İman

 

İslâm’ın önemli inanç esaslarından biri de ‘kader’e imandır. Kader konusu, ‘kader’ ve ‘kaza’ kavramları ile açıklanır. ‘Kader’, ezeli ve ebedi ilmiyle her şeyi bilen Allah’ın, ileride olacak olayları bilmesi ve tespit etmesidir. ‘Kaza’ ise, bu bilinen ve tespit edilen olayların zamanı geldiğinde kudret ve iradesiyle Allah tarafından yaratılmasıdır. Aynı şekilde, Allah’ın kendi yarattığı kulunun ne yapacağını ya da cüz’î iradesini hangi yönde kullanacağını bilmesi kaderdir. Allah, kendisi razı olmasa da, kulun kendi iradesi ile gerçekleştireceği fiili yaratır. İnsan, bir fiili Allah bildiği için değil, kendi cüz’î iradesi ile istediği için yapar. Allah, insanın neyi seçeceğini mutlak ilmi ile bildiği için Levh-i Mahfuz’da olacakları yazmıştır. Allah yazdığı için insan öyle davranmaz; Allah insanın nasıl hareket edeceğini ve nasıl bir seçimde bulunacağını bildiği için o şekilde yazmıştır. Böylece, insan kendi iradesi ile gerçekleştirdiği fiillerden sorumlu tutulur. İnsanın seçim hürriyeti vardır.

 

İnsanın ne zaman, nerede, anne ve babasının kim olacağını, teninin rengini ve boyunu belirlemek kendi elinde değildir. Bunlar, önceden Allah tarafından takdir edilir. Bu nedenle, insan kendi iradesinin dışında olan şeylerden sorumlu tutulamaz. İnsan ancak seçmekte hür olduğu şeylerden sorumludur. İnsan neyi seçerse, Allah onu yaratır.

 

İbadetleri

 

İslâm’da ibadet, belirli zamanlarda, belirli şekil ve düzen içerisinde yapılan uygulamaları ifade etmektedir. Belirli şekil ve zamanlarda yerine getirilen ibadetler Namaz, Oruç, Hac ve Zekat ibadetleridir. Bu ibadetler, ‘Kelime-i Şehadet’i söylemekle birlikte İslâm’ın ‘beş temel şartı’nı oluşturmaktadır. Bunlar, aklı başında olup belli bir yaşa gelmiş ve gerekli şartları taşıyan her müslümanın yerine getirmesi gereken ‘farz’ ibadetlerdir. Farz ibadetin dışında yapılan ibadetlere ise, ‘nafile’ ibadetler denmektedir.

 

Namaz

 

Kur’an’da sıkça hatırlatılan ibadetlerin başında namaz gelmektedir. Namaz, Mekke döneminde Hz. Peygamber’in yaşadığı Miraç hadisesinde müslümanlara farz kılınmıştır. Namaz; sabah, öğlen, ikindi, akşam ve yatsı olmak üzere günün belli zamanlarında 5 ayrı vakitte kılınır. Müslümanlar, namazda Hz. Peygamber’in yaşamış olduğu miracı sembolik olarak yeniden yaşamaktadırlar. Bu durum, hem Hz. Peygamber’in ‘namaz, müminin miracıdır’ sözünde hem de namazda okunan dualar tarafından teyid edilmektedir. Yine Hz. Peygamber’in başka bir sözünde ‘namaz dinin direğidir’ denmekte ve namazın İslâm dinindeki önemi vurgulanmaktadır.

 

Günlük namazların dışında, haftada bir kez öğle namazı vaktinde kılınan Cuma namazı vardır. Yılda iki defa yani Ramazan ve Kurban bayramlarında kılınan Bayram namazları vardır. Belli bir zamana bağlı olmayan bir de Cenaze namazı vardır. Namazlar, kendi aralarında farz, vacib ve nafile olmak üzere üç gruba ayrılır. Farz namazlar, 5 vakit namaz, Cuma namazı ve Cenaze namazıdır. Bunlardan Cenaze namazı, ‘Farzı Kifaye’dir ve bazı kişilerin kılmasıyla diğerlerinin üzerinden bu yükümlülük kalkar. Bayram namazları ile Yatsı namazından sonra kılınan Vitir namazı Vacip namazlardır. Yapılması zorunlu olmamakla beraber, yapılması halinde kişinin dindarlığını artıran ‘Nafile’ namazlar ise, 5 vakit namazın sünnetleri, gece kılınan Teheccüd namazı ve kuşluk vaktinde kılınan ‘Kuş- luk namazı’ gibi namazlardır.

 

Namaz, müslümanın Allah’a şükran, yakarış ve benzeri dilek ve duygularını ifade eden, Allah’a övgü, şükür ve duayı kapsayan bir ibadettir. Kur’an’da, namazın insanı kötü- lüklerden alıkoyduğu belirtilir.

 

Namaz, belirli hareketleri yapıp, belirli ayet ve duaları okumak suretiyle yapılan bir ibadettir. Başlarken ‘Allahü ekber’ demek olan ‘tekbir’, ayakta durmak olan ‘kıyam’, namazda gerekli ayetleri okumak olan ‘kıraat’, ayakta iken öne doğru eğilmek olan ‘rukû’, secde halinde dizlerin ve alnın yere değdirilmesiyle yapılan ‘secde’ ve namazın bitiminde yapılan ve ‘son oturuş’ olarak adlandırılan hususlar aynı zamanda namazın farzlarını oluşturur.

 

Namaza başlamadan önce yerine getirilmesi gereken bazı şartlar vardır. Bunlar, abdest almak (hadesten taharet), elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması (necasetten taharet), erkek ve kadınların uygun şekilde kapanması (setri avret), kıbleye yönelmek, namaz vaktinin girmesi ve namaz için niyet etmektir.

 

Oruç

 

çRamazan orucu, hicretin ikinci yılında farz kılındı. Buna göre, hicri takvime göre Ramazan ayı boyunca akıl sahibi belli yaşa gelmiş kadın ve erkek tüm yetişkin Müslümanlar oruç tutarlar. Ramazan ayında Müslümanlar toplu olarak manevi arınma gerçekleştirirler. Bir günlük oruç, ‘İmsak vakti’ de denen sabah tan yerinin ağarmasıyla başlar ve güneşin batışı ile ‘Akşam vakti’nde sona erer. Bu zaman dilimi içerisinde oruç tutan kimse, yemekten içmekten ve her türlü cinsel zevklerden ve ilişkiden uzak durmak zorundadır. Ramazan ayında fakirlere ve yoksullara daha fazla yardım etmeye çalışan Müslümanlar, günlük hayatlarını ibadetle geçirmeye çalışırlar. Oruç, kişi ile Allah arasında manevi yakınlığın en yoğun yaşandığı, Allah rızası için bedenle yapılan ibadetlerdendir. Ayrıca, bedensel arzu ve istekleri zayıflatarak ruhsal yapıyı güçlendirmeyi hedefleyen bir ibadettir. Ramazan ayında müslümanlar, elden geldiğince günah ve kötülüklerden uzak durmaya, sadaka ve fitrelerle yoksullara ve muhtaçlara yardım etmeye çalışırlar. İslâm’da, Ramazan ayı dışında da çeşitli oruçlar vardır. Ancak, bunlar Ramazan ayı orucu gibi farz değildir. Pazartesi ve Perşembe günleri tutulan oruçlar ile Raceb ve Şaban ayının oruçla geçirilmesi farz olmayan ‘sünnet’ oruçlardır.

 

Hac 

 

İslâm’ın 5 şartından biri olan Hac ibadeti, maddi imkanı olan ve sağlıklı olan her müslü- manın ömründe bir defa Mekke’ye giderek Kâbe’yi tavaf etmesi ve belli bir vakitte Arafat’ta durmasıdır. Hac, hem mali hem de bedenle yapılan bir ibadettir. Ergenlik yaşına gelen ve zengin olan her müslüman kadın ve erkeğin ömründe bir defa hac ibadetini yapması farzdır. En önemli kısmı Mekke’deki Kâbe’nin etrafında tavaf olan Hac, kişisel bir ibadet olmaktan öte toplu olarak yapılan sosyal bir ibadettir. Hac görevini yerine getiren kimseye ‘Hacı’ unvanı verilir. Hac’da ilk ziyaret edilen yer Kâbe’dir. Kur’an’a göre, Kâbe yeryüzünde Allah adına inşa edilen ilk mabeddir (Al-i İmran, 3/96). Kutsal beldeye ayak basan müslüman, Hac ibadetine niyet ederek ihrama girer. Bütün dünyevi unvanların ve rutbelerin bir kenara bırakıldığı Hac ibadeti, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan müslümanların bir araya geldiği ve İslâm kardeşliğinin yaşandığı en canlı ortamdır.

 

Zekat

 

İslâm’ın 5 temel ibadetinden biri de Zekat’tır. Zekat ibadeti, Hicretin 2. yılında farz kılınmıştır. Kur’an’da namaz ibadeti ile birlikte en çok zikredilen ibadetlerden biri de zekat ibadetidir. Zekat, belli bir miktar mala sahip olan müslümanların yerine getirmekle mükellef oldukları malî bir ibadetir. Zekat, kelime anlamı itibariyle ‘arınma, temizlenme ve artma’ manalarına gelmektedir. Dinî olarak zengin kabul edilen müslümanın malındaki fakirlere ait hakkın verilmesi ile arındırılması anlamına gelmektedir. Zekat vererek arınmış olan müslümanın malı, gerçekte bereketlenerek çoğalır. Bu yönüyle zekat, malî bir ibadettir. Zekat, fakirin zenginin malındaki hakkıdır. Kur’an-ı Kerim’de, kendilerine zekat verilebilecek olanlar şöyle sıralanmaktadır:1. Fakirler, 2. Miskinler, 3. Zekatın toplanmasında görev alanlar, 4. Kalbleri İslâm’a ısındırılacaklar, 5. Kölelikten azad edilecekler, 6. Borçlular, 7. Allah yolunda sarf edecek olanlar ve 8. Yolda kalmış olanlar (Tevbe, 9/60).

 

Zekat, toplumsal yönü olan bir ibadettir. Toplumda fakirlerin, düşkünlerin, sıkıntıda olanların ihtiyaçlarının giderilmesinde zekat ibadetinin önemli bir fonksiyonu vardır. Zekat, çeşitli (altın, gümüş, para, ticari mallar, küçük ve büyük baş hayvanlar gibi) ve belli niteliklere sahip olan (üzerinden 1 yıl geçmesi, değeri veya kendisi artan özellikte olması) mallardan, belli oranlarda (1/40 gibi) gerekli şartları taşıyan kimselere verilmesi ile gerçekleşir.

 

Bayramlar

 

Ramazan Bayramı

 

Ramazan Bayramı, Ramazan ayında tutulan bir aylık orucun sonunda kutlanan ve Allah’a karşı şükrün ifadesi olan bir bayramdır. Bayramdan önce veya bayram esnasında fakirlere veya muhtaçlara verilmesi vacib olan Fıtır sadakası dolayısıyla bu bayrama ‘Fıtır Bayramı’ da denmektedir. Fıtır sadakasını veren müslüman, kendisini yarattığı ve kendisine ibadet etme imkanı vediği için Allah’a şükrünü ifade eder. Fıtır sadakası, zekat verilebilecek olan kimselere verilir. Bayramdan önce fakirlere verilen bu sadaka ile fakirlerin bayramı neşeli geçirmeleri sağlanmış olur. 3 gün süren bu bayramın ilk gününde, sabah namazından sonra belli bir vakitte Bayram namazı kılınır.

 

Kurban Bayramı

 

Müslümanların kutladığı iki bayramdan biri de Kurban Bayramı’dır. Kurban Bayramı, hicri takvime göre Zilhicce ayının 10. günü başlayan ve 4 gün süren bir bayramdır. Bu bayramda, yeterli maddi imkanı olan müslümanlar kurban keserler. Kurban, Hz. İbrahim’den beri var olan bir ibadetin devamı olarak İslâm’da yerini almıştır.

 

Kurban, bayramın ilk üç gününde kesilir. Koyun, keçi, sığır veya deve kurban olarak kesilebilir. Küçük baş hayvanları 1 kişi, sığır ve develeri ise 7 kişiye kadar Müslüman kurban olarak kesebilir. Kesilen kurban etinin bir kısmı fakir ve muhtaç olanlara, bir kısmı dost ve akrabaya dağıtılır, bir kısmı da kurbanı kesen tarafından aile fertlerine ikram edilir. Kurban bayramında, Arefe gününden başlamak suretiyle namazların farzından sonra ‘Teşrik Tekbirleri’ getirilir.

 

Mezhepleri

 

Müslümanlar, genel olarak iki farklı mezhebe veya akıma mensupturlar. Bunlar, Sünnîlik ve Şiilik’tir. Bu iki ana mezhebin altında itikadi ve fıkhi olmak üzere çeşitli alt mezhepler yer almaktadır.

 

Sünnîlik

 

İslâm’da ‘Ehl-i Sünnet’ geleneğine bağlı olanlara ‘Sünnî’ denmektedir. Sünnilik, Kur’an ve Hz. Muhammed’in sünnetini esas alan bir anlayışı takip ettiğini iddia etmesi nedeniyle bu adı almıştır. Bu mezhebin adı, ‘Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ olarak da bilinmektedir. Sünnilik mezhebi, müslümanlar arasında iki itikadî ve dört fıkhî mezhep veya ekol tarafından temsil edilmektedir. İtikada yani inanca ilişkin mezhepler, Maturidilik ve Eş’arilik’tir. İnanç konularında aynı görüşleri paylaşan her iki mezhebin de özelliği, İslâm akaidini Kitap ve Sünnet’e uygun biçimde, aklî verilerden de yararlanarak açıklamaktır. Sünnilik, ayrıca dört fıkhî mezhebe ayrılmıştır. Bunlar: 1. Hanefi Mezhebi, 2. Şafii Mezhebi, 3. Maliki Mezhebi ve 4. Hanbeli Mezhebi’dir. Bu mezheplerin ortak özellikleri, Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas’ı fıkhî konularda delil kabul etmeleridir. 

 

Hanefîlik

 

Hanefilik, Ehl-i Sünnet içerisinde yer alan en önemli fıkhî mezheplerden biridir. Kurucusu, 8. yüzyılda yaşamış olan İmam-ı Azam Ebu Hanife’dir. Numan bin Sabit olarak da bilinen Ebu Hanife, 700 yılı civarında Kûfe’de doğmuş ve 770 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. Hanefiliğin diğer önemli imamları, Ebu Hanife’nin de talebeleri olan Ebu Yusuf ve Muhammed bin Hasan eş-Şeybanî’dir. Hanefiliğin en karakteristik özelliği, görüşlerini nakli kaynaklar kadar, ‘rey’ diye isimlendirilen aklî yoruma dayandırmasıdır. Ebu Hanife, diğerlerinin aksine, sahabeden sonraki dönemlere ait fetvaları delil olarak kullanmamıştır ve bu nedenle eleştirilmiştir.

 

Şafiîlik

 

Şafiîliğin kurucusu, 8.-9. yüzyıllar arasında yaşamış olan Muhammed bin İdris eş-Şafiî’dir. Gazze’de doğan İmam Şafiî’nin kurduğu mezhep, Mısır, Irak, Suriye, Güneydoğu Anadolu, Kafkaslar ve Endonezya’da yayılmıştır. Günümüzde Hanefilik’le birlikte en yaygın olan mezhep konumundadır. Şafiilik, Hanefilik gibi Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas’ı fıkhın temel kaynakları olarak kullanır. Ancak, bu mezhebin en belirgin karakteristiği, hadislere daha fazla yer vermesidir. Ayrıca, Hz. Peygamber’den sonraki fetva ve görüşler hadisler ışığında yeniden değerlendirilir.

 

Malikîlik

 

Malikîlik, Malik bin Enes’in (710-795) kurmuş olduğu mezheptir. Malik bin Enes, ‘Muvattâ’ adlı ünlü bir hadis mecmuasının derleyicisidir. Medine’de yaşamış olan İmam Malik, Hz. Peygamber’in sözleri ve davranışları yanında, sahabenin sözlerine de önem vermiştir. Bu mezhebin en belirgin özelliği, Medineliler’in örf ve adetleri ile ‘istihsan’ ve ‘mesalihi mürsele’ gibi metodlara başvurmasıdır.

Günümüzde Malikî mezhebi, Kuzey Afrika ülkelerinde yaygındır.

 

Hanbelîlik

 

Hanbelîlik, Ahmed bin Hanbel (780-855) tarafından kurulmuş bir fıkhî mezheptir. Ahmed bin Hanbel, Bağdat’ta doğmuş ve yine orada vefat etmiştir. Önemli bir hadis alimidir. Şafiîliğe yakın bir mezhep olan Hanbelîliğin genel karakterestiği, büyük oranda naklî delillere dayanmasıdır. Bunda, Ahmed bin Hanbel’in bir muhaddis olmasının da etkisi vardır. Bu mezhepte, zorunlu olmadıkça re’ye yani kişisel yoruma yer verilmemektedir. Hanbelî mezhebi günümüzde Suudi Arabistan’da yaygın olan bir mezheptir.

 

Şiilik

 

Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden tartışmada Ali taraftarı olduklarını iddia edenlere Şiî denmektedir. Şiîlik mezhebi içerisinde farklı mezhepler ve ekoller yer almaktadır. Bunlardan Caferîlik ya da İmamiyye ve Zeydiyye gibi akımlar, Ehl-i Sünnet akımlarına en yakın mezheplerdir. Bunların dışında, Hz. Ali’yi ve diğer bazı kimseleri tanrılaştıran mezhepler de vardır. Onlar, bu yönleri ile İslâm’ın temel inançlarının dışında yer almaktadırlar. Şiîlik içerisindeki bu tür mezheplere genel olarak Gâliyye denmektedir.

 

Şiîliğin genel karakteristiği, İmam inancı ve Ehl-i Beyt’e karşı aşırı sevgidir. Şiîlik’te, Hz. Muhammed’den sonra İslâm ümmetinin liderliği anlamına gelen ‘İmamet’in nas, vasiyet ve veraset yoluyla Hz. Ali ve onun soyundan gelenlere geçtiğine inanılır. Ayrıca, imamların ‘masum’ yani günah işlemekten korunmuş oldukları kabul edilir.

 

İmâmiyye

 

İmamiyye mezhebi, İmam Cafer-i Sadık’ın yolunu izleyenlere verilen genel bir isimdir. Bunlara Caferî de denmektedir. Bu mezhebin en karakteristik özelliği, müslümanların dinî liderliği anlamına gelen ‘imamet’ düşüncesi ve ‘takiyye’ düşüncesidir. Buna göre, ‘İmamlık’ kesin İslâmî hükümler olan ‘nas’, ‘veraset’ ve ‘vasiyyet’le belirlenmektedir. Hz. Muhammed’den sonraki imamlığın, Hz. Ali ve onun soyundan gelenlerin hakkı olduğunu kabul ederler. Bu mezhebe göre, her imam kendisinden sonra gelen imamı belirlemiştir.

 

İmamiyye mezhebine göre, ‘İmamı’ kabul etmek dini esaslardandır. Buna göre, kabirde sorulacak olan sorulardan biri de, ‘İmamın kimdir?’ sorusu olacaktır. İmamiyye mezhebinde ‘takiyye’ doktrininin de önemli bir yeri vardır. Takiyye inancına göre, uygun olmayan durumlarda kişinin kendini, aslî inancını ve görüşünü gizlemesi caizdir.

 

İlk 6 imam; Ali, Hasan, Hüseyin, Zeynelabidin (v.712), Hz. Muhammed Bâkır (v.732) ve Caferi Sadık’tır (v.732). Bu konuda bütün İmamiyye mezhepleri hemfikirdir. Ancak, 7. İmam’ın kim olacağı konusunda İmamiyye mezhepleri arasında ihtilaf vardır. Bu konuda ‘İsnâ Aşeriyye’ ve ‘İsmailiyye’ diye iki kola ayrılmaktadırlar.

 

İsnâ Aşeriyye ya da Oniki İmamcılar

 

Oniki İmamcılar ya da ‘İsnâ Aşeriyye’ diye isimlendirilen Şiî mezhebine göre, Cafer-i Sadık’tan sonraki 7. İmam, Cafer-i Sadık’ın küçük oğlu Musa Kazım’dır. Onlar, Cafer-i Sadık’ın büyük oğlu olan İsmail’in imamlığını, onun bazı günahlara meyyal olması nedeniyle kabul etmezler.

Oniki İmamcılar’a göre, Musa Kazım’dan sonraki imamlar, Ali Rıza (v.818), Muhammed Cevad (v.835), Ali Hâdî (v. 868) ve Hasan el-Askerî’dir (v.873). 12. İmam olan Muhammed Mehdi’nin (v.870) ise, ortadan kaybolduğu ve ‘gaybet âleminde’ olduğu kabul edilmektedir. O, ahir zamanda gelmesi beklenen Mehdi’dir (Mehdi el-Muntazar) ve geri dönecektir. Mehdi’den sonraki 69 yıl, küçük ‘gaybet’ olarak kabul edilir ve halk ile İmam arasındaki irtibatı ‘Naipler’ kurmuştur. O tarihten sonra ‘büyük gaybet’ dönemi başlamıştır. Bu dönemde ise, Mehdi’nin gelişine kadar Ayetullahlar toplumu idare etme işini üstlenmişlerdir. Bu mezhepte de İmamiyye’nin temel karakteristiği olan ‘İmam’ ve ‘takiyye’ doktrinleri geçerlidir. Her ne kadar fıkhî olarak Ehl-i Sünnet ekollerine yakın olsa da, abdest alırken ayakların meshedilmesi, Mut’a nikahı, secdede alnın özel bir taşa konması ve ezana ‘Aliyyün Veliyyullah’ ifadesinin eklenmesi gibi bazı konularda Ehl-i Sünnet’e göre farklılıklar arz etmektedir. İsnâ Aşeriyye, günümüzde İran’da hakim olan mezheptir.

 

İsmailiyye

 

İmamiyye’de 7. İmam’ın, Cafer-i Sadık’ın oğlu İsmail’in (v. 760) olduğunu kabul edenlere ‘İsmaililer’ denmektedir. Bunlara ayrıca, ‘Yedi İmamcılar’ anlamında ‘Seb’iyye’ de denmektedir. Bu mezhebe göre, İmam İsmail’den sonraki iki İmam olan Muhammed Mektûm ile Muhammed Hatib gizli imamlardır. Onlara göre, peygamberler ‘Nâtık Huccetler’dir yani ‘konuşan deliller’dir. İmamlar ise ‘Sâmid Huccetler’dir yani ‘Sessiz Deliller’dir. Onlar, peygamberlerin yeryüzündeki temsilcileridir. İmamlar masumdurlar yani Allah tarafından günah işlemekten korunmuşlardır ve yanılmazdırlar. Bu nedenle, yaptıklarından sorumlu değillerdir. İmamlar, uygun ortam oluşana kadar gizli kalmak zorundadırlar ve zamanı geldiğinde kendilerini açığa çıkaracaklardır. İsmailiyye mezhebi, İslâm dışı birçok dini inançtan etkilenmiştir. Bu nedenle, bu mezhep içerisinden Gulatı Şia denen ve Hz. Ali ile bazı kimseleri tanrılaştıran birçok heretik akım ortaya çıkmıştır. Tarihte, Mısır’da hüküm süren Fatimîler’in resmi mezhebi olmuştur. Gü- nümüzde ise, İsmailîler’in uzantısı olarak Hindistan’da ‘Hocalar’ adıyla devam etmektedir.

 

Zeydîlik

 

Şia’nın önemli bir kolu olan Zeydiler, Hz. Ali’nin oğlu Hüseyin’in torunu Zeyd bin Ali taraftarlarına verilen isimdir. Hüseyin’in şehid edilmesinden sonra torunu Zeyd bin Ali, Emeviler’e karşı ayaklanmış ancak Kûfe’de öldürülmüştür. Zeyd’in taraftarları sonraki dö- nemlerde de birçok isyan hareketi düzenlemişlerdir.Zeydilik, mezhep anlayışı bakımından Ehl-i Sünnet’e oldukça yakın bir mezheptir. Günümüzde yoğun olarak Yemen’de yaşamaktadırlar.

 

İslâm’ın Diğer Dinlere Bakışı

 

İslâm kaynakları, diğer dinleri ve onların müntesiplerini tanımlamak için çeşitli kavramlar kullanmaktadır. Bunlar: ehl-i kitap (kitap sahibi), kafir, mütraf, fâsık, ehl-i zimmet (korunmuş halk), ehl-i fetret gibi kavramlardır. Müslümanlar, özellikle 8.yy. ile 14.yy. arasında hemen hemen bütün dünya dinleri ile irtibata geçmişti. Nitekim, söz konusu yüzyıllar arasında kaleme alınan İbn Nedim’in ‘el-Fihrist’, İbn Hazm’ın ‘el-Fasl’, Biruni’nin ‘Asâru’lBâkiye’ ile ‘Kitâbü’t-Tahkîk mâ li’l-Hind’ ve Şehristani’nin ‘el-Milel ve’n-Nihal’ adlı eserleri, Müslümanların İslâm dışındaki diğer dinler hakkında oldukça yüksek düzeyde bilgi sahibi olduklarını göstermektedir. Başlangıçta sadece Yahudi ve Hıristiyanları kapsayan ‘ehl-i kitap’ kavramı, zamanla Zerdüştleri ve nihayet Kur’an’da adı zikredilmeyen diğer din mensuplarını da kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bu durum, Müslümanların yeni din mensuplarını tanımaları ile gerçekleşmiştir. Böylece, ehl-i kitap olarak tanımlanan din mensupları, İslâm toplumunda ‘korunmuş halk’ (ehl-i zimmet) statüsünde kabul edilmiş ve bu statünün gereği olan haklardan istifade etmiş ve ona göre muamele görmüştür. Bu nedenle İslâm, Müslüman olmayanların dini inançlarına saygısızlık yapmayı kesinlikle yasaklamaktadır. Bu durum, İslâm’ın evrensel hoşgörü, saygı ve barış anlayışına aykırıdır.

 

İslâm, insanlığın başlangıcından itibaren var olan yegane asli ve insan fıtratına uygun din olduğunu iddia etmektedir. Böyle bir evrensel mesaja sahip olan İslâm, Allah’ın hidayeti ile diğer din mensuplarının kendi fıtratlarına uygun olan dine birgün mutlaka ulaşacağı özgü- venine sahiptir. Bu özgüven, İslâm toplumunda diğer din mensuplarına özgürce dinlerini yaşama imkanını sunmuştur. Bu da göstermektedir ki, İslâm diğer dinlerin hak olduğunu kabul etmez. Ancak, insanların ‘zorla’ bir dini seçmesine de karşıdır. Kur’an, Müslümanların diğer dinlere mensup olanlarla ilişkilerinde ‘güzel nasihate’ dayalı bir diyaloğu ve birbirini incitmeyecek bir yöntemle ‘en güzel şekilde tartışma yapılmasını’ tavsiye etmektedir.

 

Kur’an, ‘her topluma bir elçi gönderildiğini’ (Yunus, 10/47) belirtir. Aynı şekilde Kur’an’da, ‘İnananlar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiîler’den Allah’a ve ahiret gününe iman eden, ve insanlara faydalı olanlar, Rablerinin katında yaptıklarının karşılığını mutlaka gö- receklerdir. Ve onlar için ne korku ne de hüzün vardır’ (Bakara, 2/62) ifadesi yer almaktadır. Sonuç itibariyle, ahirette insanlara yaptıklarının karşılığını verecek olan Allah’tır.

 

Aydın, M. (2008), Dinler Tarihine Giriş, Konya. Eliade, M. – Couliano, I. P. (1997) Dinler Tarihi Sözlüğü, çev. Ali Erbaş, İstanbul. Gündüz, Ş (2007)., Yaşayan Dünya Dinleri, Ankara. Gündüz, Ş (1998), Din ve İnanç Sözlüğü, Ankara. Hamidullah, Hz. Muhammed, (2003) İslâm’a Giriş, çev.: İ. A. Koytak-V. Uysal, İstanbul. Küçük, A. – Tümer G. (1997), Dinler Tarihi, Ankara. Schimmel, A. (1999), Dinler Tarihine Giriş, İstanbul. Şenay, B. (2008) ‘İslâm ve Öteki Dinler’, İslâm’a Giriş, Ankara.

 

Giriş to leave a comment