İçereği Atla

Hint Yarımadası Kökenli İnançlar; Hinduizm

23 Haziran 2025 yazan
Hint Yarımadası Kökenli İnançlar; Hinduizm
ercan dede
| henüz yorum yok

Hindular kendi dinlerini ifade etmek için sanatana dharma ismini kullanırlar. “Sonsuz/ ezeli dharma/yasa” anlamına gelen bu kelimeyle belli bir kurucuyla ilişkendirilen dünyanın diğer büyük dinlerinin aksine, onun bir başlangıcının olmadığını ifade etmek isterler. Hintli olmayanlar arasında ise bu din için yaygın olarak tamamen coğrafi bir çağrışıma sahip olup eski Fars dilinde “İndus nehrinin doğu tarafında yaşayanlar” anlamına gelen Hindu (Sanskritçe sindhu, nehir) kelimesinden türeyen Hinduizm kullanılır. Bu, şüphesiz bugün dünyada varlığını devam ettiren en eski dindir. Hinduizm, Hindistan nüfusunun yaklaşık yüzde 80’nin tabi olduğu; Batı ülkeleri de dâhil olmak üzere Hindistan dışında da 45 milyondan fazla mensubu bulunan bir dindir. Hindistan dışındaki 45 milyon bağlıdan 18 milyonu, Hinduizm’i devlet dini ilan eden tek ülke olan Nepal’de yaşamaktadır. Hinduizm birçok bakımdan dinler tarihinde benzeri olmayan bir fenomen olarak gö- rünür. Kelimenin kabul edilmiş anlamında onu bir din olarak adlandırmak güçtür. Çünkü Tanrı inancını kendisi için merkezi olarak kabul etmediği gibi tanrının doğası hakkında fikir yürüten sistematik bir teolojiye de sahip değildir. Hintliler tek bir tanrıya inandıklarını düşünürken bile, çoğunlukla birçok tanrıya tapıyormuş gibi görünürler.


Herhangi bir şahsı kurucusu olarak görmedikleri gibi, herhangi bir kutsal metni tek başına bağlayıcı olarak da kabul etmezler. Herhangi dini bir uygulamayı zorunlu görmedikleri gibi herhangi bir doktrini de dogma olarak kabul etmezler. Bütün Hindular için evrensel anlamda geçerli olan bir uygulama ve dogma da yoktur. Hindu bir grup için temel olan bir şey, bir diğer grup için öyle olmayabilir.


Dışarıdan bakanlar için dine yönelik aşırı bir ilgi gösteriyor gibi görünmelerine rağ- men Hindular, böyle bir bilinç ortaya koymazlar. Muhtemelen bu onların dini hayatı, di- ğer eylemlerden özde ayrı bir şey olarak görmemelerinden kaynaklanır. Onlar hayatı, dinin de içinde yer aldığı, içsel olarak birbirlerine bağlı bütüncül bir şey olarak görürler. Bu yüzden de, Sanskritçe’de genel olarak anlaşıldığı şekliyle dini ifade etmek için kullanılan bir kelime yoktur. Din anlamına geliyor olarak kullanılan dharma kelimesi daha geniş bir çağrışıma sahiptir ve birey ve toplumun maddi ve manevi hayatının gerçekleri ve ilhamlarıyla ilgili teoriler ve uygulamalar bütününü ima eder.


Bunlara rağmen yine de, Hinduizm’i diğer geleneklerden ayıran bir takım ölçütler tespit etmeye yönelik teşebbüsler olmuştur. Tartışılacak yönleri olmakla birlikte, tespit edilen bu ölçütler arasında şunlar zikredilebilir. Vedaların mutlak otorite olduğunu kabul ederler. Hinduizm’in bir din olarak varlığını sürdürmesini isteyen modern Hindu düşünürler, gerçek bir lanet olduğu ve kaldırılması gerektiğini açıkça savundukları kast sistemi ve yerine getirilmesi gereken onunla ilgili kurallar. Yüzeysel bir özellik olsa da, ineğin ve Brahmanların kutsallığının kabul edilmesi de bu ölçütlerden biridir. Atman, karma, samsara ve mokşa ile ilgili inançlar da, Hinduizm söz konusu olduğunda ne evrensel ne de esas inanç- lar olmasa da, Hint dini-felsefi okulların hepsi tarafından gerçek olarak kabul edilirler.


Yakın zamanlara kadar hiçkimse, Hindu olarak doğmak dışında Hindu dinine giremezdi. Anne ve babası Hindu olan, kabul edilmiş kastlardan birine mensup olan ve Hinduizm’i aleni olarak terk etmemiş bir kimse Hindu toplumunun bir üyesi olabilirdi. Bu kişinin, emredilen ritüelleri yerine getirmiş ve geleneksel hayat tarzını herhangi bir şekilde ihlal etmemiş olması gerekir. Bu son özelliklere sahip olan kişi, yukarıda zikredilen ve bir din olarak Hinduizm’e mensup olmanın göstergesi olan esasların herhangi birine ya da hiçbirine inanmaksızın iyi bir Hindu olduğunu söyleyebilse de, ancak onların birini ya da hepsini kabul ettiği için Hindu olarak adlandırılır. Ancak, modern Hindu tanımı, eskiye nazaran nispeten genişledi. Hinduizm içinden çıkan yeni dini akımlar, bu ülkeyle doğrudan alakalı olan bu dine, Hindu olarak doğanlarla aynı hakların verildiği batılıları da çekmeye başladılar. Bu genel olarak, etnik din kategorileri içinde yer verilen Hinduizm’in kendi içinden evrensel akımlar çıkardığı, dolayı- sıyla da etnik bir din olmaktan uzaklaşmaya başladığının bir işareti olarak kabul edilebilir.


Tarihsel Süreç


Az önce söylenildiği üzere, Hinduizm’in dünyanın yaşayan dinlerinin en eskisi olduğu hususunda bir şüphe olmadığı gibi, aynı zamanda bugün Hinduizm diye adlandırılan dinin, kökeni çok eskilere giden birçok gelişmenin, farklı dini hareketlerin birleşmesinin ve ayrılmasının bir sonucu olduğu hususunda da herhangi bir şüphe yoktur. Bu yüzden bir din olarak Hinduizm, birbirine zıt ve birbiriyle çelişik özellikler ortaya koyar. Bu zıtlık ve çelişkiler, onun tarihsel süreci boyunca geçirdiği aşamalardan içinde barındırdığı şeylerden kaynaklanmaktadır.


Hinduizm kaynaklarından en eskisi, Veda dönemi Aryan halklarının buraya gelişinden önceki bir safhayı oluşturan ve 1920’lerden önce Mohenjo-Daro ve sonra Harappa kentleri etrafında odaklanan arkeolojik kazılarda kalıntıları ortaya çıkan medeniyettir. Milattan önce 4000-2200 yılları arasıyla tarihlenen ve bugün genel olarak Harappa Medeniyeti olarak bilinen Indus Vadisi Medeniyeti kalıntıları, başka şeyler yanında özellikle bu dönemin dini inançları hakkında da bir takım sonuçlara ulaşmayı mümkün kıldılar. Indus vadisi dini, bugün Hindistan’da bulunan dinin muhtemelen en erken şeklidir. Bu, Hinduizm’in temeli kabul edilen Veda dininden farklı tarafları olan ve birçok dalının varlığını hala devam ettirdiği Klasik Hinduizm’le yakın ve doğrudan ilişkileri olan bir dindir. Bu yüzden de Hinduizm’in tarih öncesi ilk dönemini temsil ettiği rahatlıkla söylenebilir.


Mohenjo-Daro’daki kazılarda elde edilen ve üzerinde birtakım hayvanlarla birlikte üç yüzlü ve yoga yapıyor olarak resmedilen çıplak bir erkek tanrının bulunduğu bir mühür, söz konusu dönemin dini hakkında kısmen de olsa aydınlatıcı bilgi sunar. Buna göre, Mohenjo tanrısı, klasik Hinduzim’in tanrısı Şiva’ya benzemekte ya da onunla aynıdır. Çünkü burada üç yüzlü, çıplak, şehvet düşkünü ve yoga yapıyor olarak resmedilen tanrının özellikleri, Hinduizm’deki Şiva’nın ayırt edici özelliklerini oluşturur. Fallus kültünün(erkek cinsel organı) de bu dönemin dini anlayışının önemli unsurlarından biri olduğu ortaya çıkmaktadır. Mohenjo-Daro tanrısının Ana Tanrıçayla ilişkili olması aynı zamanda onun bereket-yeşillik tanrısı olduğunu da gösterir. İbadet şekilleri arasında yağ ya da tütsü yakma ve kan takdim etme (tanrı heykellerine kan sürülmesi, Şiva’nın “kırmızı” anlamına gelmesinde de görülür) gibi dini uygulamalar olmakla birlikte burada herhangi bir mabet ve tapınma nesnesi olan heykeller ortaya çıkmamıştır. Ancak ibadet, ritüel ve ritüel maksatlı toplantılar için kamuya açık yerlerin bulunduğunun işaretleri Mohenjo-Daro ve Harappa’daki güçlendirilmiş kalelerinin içlerinde bulunmaktadır. Buraların törensel abdestler ve ortak banyolar için olması muhtemeldir.


Hinduizm’in ikinci safhasını/dönemini yanlışlıkla Brahmanizm olarak da adlandırılan Veda dini oluşturmaktadır. Veda dini tarihsel Hinduizm için bir ara dönemdir ve onun oluşumunda genellikle kabul edildiği gibi, önemli ve hayati bir rol oynamamıştır. Aksine, bu din tarafından tehlikeye düşürülen hususi dini felsefi şartlara karşı bir tepki olarak tarihsel Hinduizm ortaya çıkmıştır. Ancak Hinduizm, sırtını Veda inançlarına ve uygulamalarına dönmemiş, fiilen Vedaya mensubiyetini itiraf da etmiştir. Veda döneminin genel olarak mö. 2000’den 500’e kadar devam ettiği kabul edilir.


Veda dini, fetih, yerleşme ve asimilasyon yoluyla söz konusu yüzyıllar boyunca kuzey Hindistan’a yayılan, ana mekânları Belh civarı olan ilk Aryanlar tarafından ortaya konuldu. Bunlar İran, Afganistan ve daha sonra Hindistan’a doğru hareket eden HintAvrupalıların bir koluydu. Bu dönemin dini hakkındaki kaynağımız, söz konusu dönem boyunca dini tutumlardaki dikkate değer bir evrilmeyi ortaya koyan Vedalardır. Bunlar, Hindistan’a gelip yerleşen Aryanlar tarafından derlenmiş, şekil ve muhteva bakımından birbirinden farklı Sanskritçe metinlerdir. Kendileri hakkında Hinduzim’in kutsal kitapları başlığı altında daha ayrıntılı olarak bilgi vereceğimiz ve Veda dininin gelişim dönemlerinin kendilerine yansıdığı kabul edilen Vedalar; samhitalar, brahmanalar ve upanişadlardan oluşur.


Bu metinleri derleyen Aryanlar Hindistan’a göç etmeden önce, tabiata oldukça yakın yaşayan ve kendilerini tabiatın bir parçası kabul eden insanlardır. Tabiatla olan bu durumlarına uygun olarak da, bir tür kozmik bir din geliştirmişlerdir. Bu dinin iki temel görü- nüşü vardı: Bir yandan tabiatın genişliği, görkemi ve cömertliğiyle etkilenmişler ve bunun bir sonucu olarak da göğü ve yeri övmüşlerdir. Öte yandan ise, kozmik fenomenlerdeki değiştirilemez düzenlilikler tarafından etkilenmiş ve bunun bir sonucu olarak da kozmik yasa rta ve bu yasanın güçlü yöneticisi Varuna anlayışını kabul etmişlerdir. İlk Aryanlar aynı zamanda bir tür ateş ibadeti ve Soma bitkisinin suyunun önemli bir rol oynadığı iptidai bir ritüel de geliştirdiler. Göç ettikleri yerde karşılaştıkları yeni durum, onların hayat tarzlarını değiştirmelerine yol açtı. Bu yeni hayat tarzı aynı zamanda onların dininin karakterini de değiştirdi. Eski kozmik din yerini, bir savaş tanrısına yani Indra’ya dönüşen muzaffer kahraman etrafında merkezileşen yeni bir dine bıraktı.


Vedalar dini de kendi içinde, Veda metinlerinde, Samhitalarda, Brahmanalarda ve Upanişadlarda yankısını bulan üçlü bir evrilme safhası gösterir. Samhitaların en eskisi olan Rig-veda, resmi dini ritlerde kullanılan ve farklı tanrılara ya da ilahi güçlere (asura) hitap eden ilahileri içerir. Bu ritler, ateş kurbanları ve Soma bitkisi etrafında merkezileşen ritlerdir. Törenler karmaşık olduğundan metinleri kullanacak din adamlarını gerektirmekteydi. Bu resmi dinin yanı sıra, hane sahibi tarafından icra edilecek ritleri gerektiren ev kültleri de vardı. Bir sonraki safha, Brahmanalarda bulunur. Bunlar, kurbanla ilgili uygulamaya yönelik yorumlar ve mitolojik ayrıntıları içeren metinlerdir. Burada ritüalizm hâkimdir. Yani artık insanın refahı ve kozmosun düzenini sağlayan devaların insanın duasına cevabı de- ğil, bizatihi kurbanların doğru bir takdimidir. Bu dönüşümle güçleri zayıflayan devaların hâkimiyetinin altı, onların temelinde yer alan tek bir gücü bulmaya yönelik arayışla daha da oyuldu. Nihai olarak bu tek güç, gayrişahsî bir güç, Brahman şeklinde düşünüldü. Brahman’ın bilgisi, kozmik kontrol için anahtar bir bilgiydi. Bu dönemde, asketizm ve meditasyon da bir eğilim olarak ortaya çıktı ve kurbanın mikrokozmoz olarak kabul edilen insanın içinde içselleştirilmesiyle temsil edildi.


Vedalar dininin son safhası, Vedaların son bölümlerini oluşturan Upanişadlarda bulunur. Burada vurgu, ritüelden Bir olan ile kişisel ve mistik tecrübeye doğru kayar. Herşey teke indirildiğinde insan ruhu atman, Bir’i yani Brahmanı bizatihi tecrübe edebilir. Samsara, her bireyin brahmanla birleşmeyi gerçekleştireceği kurtuluşa (mokşa) kadar maruz kalacağı sonsuz döngüdür. Bu sonsuz döngünün şartlarını ise, insanların daha önceki hayatı boyunca, belli bir hedefe yönelik olarak yapılan davranışlar (karma) belirlemektedir. İlahilerin çoğunun konusunu bu genedoğum-ölüm çemberinden nasıl kurtulanacağı oluşturur.


MÖ. 500’den ms. 500’e kadarki on yüzyıllık dönem klasik Hinduizm dönemidir. Hinducu sentez olarak da adlandırılacak olan bu dönem, bugün hala geçerliliğini muhafaza eden temel kavramların yerleştiği bir dönemdir. Altı darşana (altı görüş) ya da felsefi ekollerin, kast (varna) düşüncesinin, her bir Hindunun hayatının altı safhaya ayrılması (aşrama), kutsal metinler arasında şruti (vahiy) ve smrti (gelenek) şeklindeki ayırımların ortaya çıktığı dönemdir. Veda döneminin sonunda rahipler olarak etkilerinin çoğunu kaybetmekle birlikte, yegâne eğitilmiş elit ve dolayısıyla da Sanskrit ve yazılı geleneğin tek koruyucusu olarak Brahminler öne çıktılar. Yeni sınıfların, halkların ve kültlerin içinde eriyebileceği yeteri derecede elastiki bir din ve toplum yapısı oluşmasında temel aracı oldular. Onların ana güç ve işlevlerinden birisi, meşrulaştırma gücüydü. Vedalara bağlılığı ortodoksinin ölçütü kabul ettiler; dolayısıyla onları bir otorite olarak kabul etmeyenleri, yani Cayinist ve Budistleri heterodoks olarak ilan ettiler. Bu ölçüt, Cayinist ve Budizm’in yollarına ayrı bir din olarak devam etmelerine yol açtı.


Hinduizm için en önemli unsurlardan biri, teizmin ortaya çıkmasıydı. Vedalar döneminde nispeten önemsiz iki tanrı olan Şiva ve Vişnu önemli hale geldiler. Vişnu birçok tanrıyla özdeşleşti. Bu özdeşleşmenin bir sonucu olarak Vişnu’ya cömert ve dünyanın refahıyla ilgilenen tanrı niteliği verildi. Bu özellikleriyle Vişnu, dünyada bozulan ahlaki ve tabii düzeni yeniden düzeltmek maksadıyla on farklı bedende (avatar) olmak üzere dünyaya inmeye başladı. Vişnuculuk ve Şivacılık ile birlikte Şaktacılık da müstakil kitapları olan mezhepler haline geldiler. Bunların yanı sıra, kendileri aşağı kastlardan olan ve bütün kast ayırımlarını ve dinin zahiri şekillerini reddeden, Müslüman ve Hindu dininden olan Kebir, Raidas ve Dadu (on altıncı ve on yedinci yüzyıl) gibi kişiler tarafından, sıfatları olmayan aşkın bir tanrıya yönelik aşka dayanan deruni bir din şekli geliştirildi.


Dönem hakkındaki iki önemli kaynak Mahabharata ve Ramayana destanları ve bunlardan daha meşhur olan ise, Mahabharata’da yer alan Bhagavat-gita adlı bülümdür. Bu sonuncusunda Vişnu, kurtuluşa giden üç yoldan, aydınlanma (cnana), dini ritler (marga) ve aşk (bhakti) yolundan bahseder. Bu sonuncusu, bugüne kadar Hinduların büyük kısmına ilham kaynağı olmuş bir yoldur.


Vedalar döneminde hâkim ibadet şekli olan kurban yerini, ibadet edilen tanrıyı sembolize eden bir imgenin ya da heykelin önünde icra edilen ibadetin (puja) yeni şekillerine bıraktı. Mitolojik içerikli, Puranalar olarak isimlendirilen bir külliyat evrildi, mabet ibadeti başladı ve klasik Hinduizm’in sonunda mabetler Hindu yerleşim yerlerinin ayrılmaz bir parçası haline geldi.


Hinduizm’in bir sonraki safhası, altıncı yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar devam eden ortaçağ safhasıdır. Bu dönem, kökenlerine dair herhangi bir teorinin bulunmadığı ancak Varna hiyerarşi modelinden öz bakımından ayrı kastlardaki (jatis) bir artışa şahit oldu. Kast sistemi çoğu kişi tarafından ciddi şekillerde eleştirilmiş olsa da, siyasi karmaşa anlarında toplumsal istikrarı sağlama ve zengin kültürü devam ettirme ve Hindulara bir kimlik sağlama hususundan önemli bir hizmet görmüştür.


“Yeni Hinduizm” diye adlandırılan ve on dokuzuncu yüzyılda Batı modernizminin etkisiyle ortaya çıkan ve bir anlamda Hinduizm’i etnik bir din olmaktan evrensel bir din haline getiren hareketler ortaya çıkmıştır. Bunlar, Hint mezheplerinin ele alındığı yerde, Yeni dini hareketler başlığı altında işlenecektir.


Kurucu Şahsiyet


Hinduizm’in en temel özelliği kendisinin herhangi bireysel bir kurucuya dayandırılmamış olmasıdır. Onun kurucusunun bu bilinmezliğinin bir ifadesi olarak daha önce de zikrettiğimiz gibi, bir anlamda “ezeli hikmet” olarak da çevrilebilecek olan sanatana dharma kelimesini kullanırlır. Ancak asıl ifadesini Vedalar’da bulduğundan ve Hindular ortodoksluğu


Vedaların kabul edilmesiyle eş anlamlı olarak kabul ettiklerinden, Vedaların kendilerine atfedildikleri kişileri bu dinin kurucuları olarak kabul etmek mümkündür. Bu ezeli hakikatler ya da yasalar ve bu hakikatleri ya da yasaları gerçekleştirme yolları, söz konusu hakikatleri içeren kutsal ilahileri ya da ifadeleri “gördükleri” söylenen bir grup “rşi=gören, hâkîm kimse” vasıtasıyla ifşa edilmişlerdir. Rşi olarak adlandırılan kişiler tarafından görülen ya da işitilen bu bilgi grubu şruti olarak adlandırılır. Bu Hinduizm’in kökeninin beşeri olmadığını, tarihi olmayan bir köke ya da temele sahip olduğu anlamına gelir. Söz konusu metinler, mantralar yani meditasyonun ürünleri olarak adlandırılırlar. Bundan dolayı da rşiler, aynı zamanda sessiz derin düşünenler (muni) olarak adlandırılırlar. Muni ya da rşinin hakikati görme sürecinin safhaları olan “sessizlik, derin düşünme ve vizyon” tapas olarak isimlendirilir. Tapas, yeteneklerin içe dönüşünü ve tefekküre dalmaya işaret eder. Rşiler ve munilerin hakikatlerinin ve vizyonlarının kaynağı, bunların kendisinden hayat nefesleri olarak çıktıkları Yüce Varlık (Mahat Bhûtam) olabilir. Hayat nefesleri, bir yandan Yüce Varlıktan sudurlarının kendiliğinden olduğunu, öte yandan ise içerdikleri hikmetin, Yüce Varlığın gerçek özünü naklettiğini ortaya koyarlar. Bu özelliklerinden dolayı söz konusu vizyonlar ve ifadeler, yüce hakikati meydana getirirler. Bu bilgi olduğundan Veda; görücüler ve bilgeler vasıtasıyla Yüce Varlıktan sahih bir gelenekte geliyor olduklarından dolayı da Agamalar diye adlandırılırlar. Rabb’in bize yol gösteren ve bizi bağlayan emri olarak ise o, Şastradır. İşte, belli bir kişi olmasa da bu kutsal bilginin alıcılarını, Hinduizm kurucuları olarak kabul etmek mümkündür (Raghavan, 1974, 9)


Kutsal Metinleri


Başka tasnifler ve bunların altında yer verilen çok sayıda kutsal metin bulunmakla birlikte burada genel olarak kabul görmüş olan ayırıma yer verilecektir. Bu yüzden, hakkında bilgi verilen metinlerin yegâne Hint kutsal metinleri olduğu düşünülmemelidir. Hindu kutsal metinleri iki gruba ayrılır: Şruti ve Smriti. “İşitilen, görülen” anlamına gelen şruti kategorisi içinde Vedalar; smriti kategorisinde ise Puranalar, Ramayana, Mahabharata ve Dharma-şastralar yer alır.


Otoriteleri, yukarıda zikredildiği gibi rşilerin, derin tefekkür ve vizyon yoluyla Yüce Varlıktan almış oldukları inancından kaynaklanan Vedalar, İnsanlık tarihinin bize kadar gelen en eski metinleri olarak kabul edilirler. Sanskritçe “bilmek” anlamına gelen “vid” kö- künden gelen veda “bilgi” anlamına gelmektedir. Vedaların en eski parçasını dört derleme (samhita) oluşturur: Rig-veda, Sama-veda, Yacur-veda ve Atharva-veda. Bunlar uzun bir süre şifahi olarak nakledildikten sonra yazıya geçirilmiş olan metinlerdir. Bu dört metnin her biri yüksek derecede felsefi ve ilahi bilgiyi içermektedir. Herbirinin hedef ise, daimi barış, refah ve ebedi kurtuluştur.


Bunlardan en eskisi ve geniş olanı Rig-vedadır. Ortaya çıkış tarihi tartışmalıdır. İçindeki astronomik bilgiler göz önünde bulundurulanlar, bazı kısımlarının mö. 4500; metin tenkidi sonuçları mö. 1500, diğer dâhili kanıtlar ise onun mö. 2500-2000’den önce ortaya çıkmaya başladığına işaret etmektedir. Mö. 900’e doğru yazıya geçirilen Rig-veda, farklı tanrılara hitap eden binden fazla (1017/1028) ilahi derlemesinden oluşmaktadır. Kurban sırasında okunacak ilahileri hem nesir hem de şiirsel kurban ifadelerini içerir. Sama-veda, çoğu Rig-veda’dan alınmış kurban maksadıyla söylenecek olan ilahileri barındırır. Kara ve ak Yajur-veda olarak ayrılan Yacur-veda, kurban töreninin çeşitli aşamalarında Brahmanlar tarafından yapılacak işler, söylenecek sözler hususunda yararlanılmak maksadıyla oluşturulmuş kitaplardır. Tarihsel olarak daha sonraki bir döneme ait olmakla birlikte, Rig-veda’dakiyle kıyaslanabilecek kadar eski malzemeler içeren ve öteki vedalardan farklı olarak kurban kültüyle yakından ilişkili olmayan Atharva-veda ise, Veda panteonuna ait tanrılara yönelik ilahilerle, hastalıkları iyileştirme, yağmur, maddi refah ve düşmanları boyun eğdirmeye yönelik büyülü sözleri ve afsunları içerir. Bu dört vedanın yanı sıra, aynı değerde olmayan tıbbi bilgileri (Ayvurr-veda), askerlik bilimini (Dhanurveda), müzik ve dans sanatı bilgilerini (Gandharva-veda) içeren vedalar da vardır.


Her veda üç bölümden oluşur: Brahmanalar, Aranyakalar ve Upanişadlar. Bunlardan Brahmanalar, ayinler ve onların yerine getiriliş tarzıyla ilgili metinlerdir. En önemlileri: Aitareya, Kauşitaki, Caiminiya, Taittiriya ve Satapata Brahmana’dır. Aranyakalara gelince, daha sonra ayrıntılı olarak göreceğimiz üzere, geleneksel Hindu hayat tarzının üçüncü aşaması olan ormanlarda ikamet/vanaprasthya (diğerleri, öğrencilik/brahmacarya, aie reisliği/grhasta, ve her şeyi terk etme/samnyasa) etme yemini edenlerin çalışmaları/onların okuyacakları eserler olup, kurban törenlerinin anlamını ve yorumunu ele alan metinlerdir. Üçüncüsü ve vedaların sonunda yer alan bu yüzden de vedanta (vedaların sonu) olarak isimlendirilen metinler upanişadlar. “Üstadın dizinin dibine oturmak” anlamına gelen “upanişad” kelimesi, herkesin duymasının uygun olmadığı veda hikmetin, hoca-talebe yakın ilişkisiyle ehil olana aktarılmasını ifade eder. Talebe-hoca arasında cereyan eden soru-cevap şeklinde kaleme alınmıştır. Hint düşüncesi için bir dönüm noktası olan bu metinlerde, daha sonraki Hinduizm’de ana anlayışlar haline gelen karma-samsara anlayışı açıkça dile getirilir. Bu döngüden ancak atman-brahman özdeşliği bilgisiyle kurtulunaca- ğı, bir kurtuluş yolu olarak öne çıkartılır. Upanişadların, çok geç dönemli (ms. on beşinci yüzyıl) olanların yanı sıra, mö. 800 ve 400 arasında ortaya çıktıkları kabul edilir. Sayıları çok olmakla birlikte bunlardan on dört tanesinin sahih olduğu kabul edilir: İşa, Kena, Katha, Praşna, Mandukya, Taittiriya, Aiteraya, Chandogya, Bırhandıranyaka, Mahanarayana ve Paingala Upanişad.


İkinci grubu oluşturan smritiye gelince, kelime olarak “hatırlanan şey” ya da “hafıza” ve “gelenek” anlamına gelir. Bunlar Hint dini düşüncesi için ikinci en yüksek otoriteyi temsil ederler. Bu metinler, bir Hindunun gündelik hayatını belirleyen şeyleri içerdiklerinden şrutiden daha önemlidirler. Üç ana gruba ayrılır. Hindin iki önemli destanı olan Ramayana, Mahapharata’nın yer aldığı ithasa, Puranalar ve Dharma-şastralar. Ramayana Valmiki’ye atfedilen, mö. VI. yüzyılda yazımı başlayan ve ms. da devam eden bir destandır. Vişnu’nun avatarı olduğu kabul edilen Rama’nın şeytan kral Ravana tarafından kaçırılan karısı Sita’yı maymun kral Hanuman’ın yardımıyla kurtarışının hikâyesini anlatır. Hind’in ikinci büyük destanını oluşturan Mahabharataya gelince, vedaların düzenleyicilerinden ve bazen Vişnu’nun kısmi enkarnasyonu olarak kabul edilen Vyasa’ya atfedilir. Bhavgat-gita gibi sonradan eklenmiş olan kısımları olmakla birlikte, mö. III ve II. yüzyılda bitirildiği kabul edilir. Asıl konusunu, Delhi civarındaki bir bölge olan Kurukşetra krallığındaki Pandavalar ve Kuruvalar arasında taht için yapılan savaş oluşturur. Mahabharata’nın bir alt bölümünü meydana getiren ve Bhagavat-gita adlı bu bölüm, Mahabharata’dan daha çok tanınmış ve dünyanın birçok diline çevrilmiş olan bir metindir. Avatarı arabacı Krişna kılığındaki Vişnu ile Arjuna arasındaki konuşmalardan oluşur. Hakkı olan tahtı elinden alınmış olan Arjuna’nın hakkını elde etmek için en yakın akrabalarıyla dövüşmesi gerektiğini görünce, yakın akrabalarının akıtılan kanıyla elde edilenin buna değmeyecini söyleyerek savaştan vazgeçmek istemesi üzerine, Krişna’nın onu savaşmak için karmadan, kurtuluş yollarından, ruhun ölümsüzlüğünden bahsederek ikna edişinin hikâyesini anlatır.


Hintle ilgili bayramlar, kast yükümlülükleri ve hac yerleri gibi konuları içeren Puranalar, yaklaşık ms. dördüncü yüzyılla tarihlenirler. Her biri Hint teslisini oluşturan Vişnu, Şiva ve Brahma’dan birini yücelten on sekiz ana Purana vardır. Bunlar halk Hinduizm’i için çok önemli metinlerdir. En önemlisi, Krişna’nın hayatının ilk safhalarını anlatan Bhagavata Purana’dır. Smriti grubu içinde yer alan türün sonuncusu Dharma-şastralardır. Bunlar farklı zaman ve mekânlarda dini hükümlerin nasıl uygulanacağı, insanların bu dünyada yaptıklarının sonucu olarak yeniden doğumlarının nasıl olacağı gibi hususlarda Hindulara yol göstermek için kaleme alınmış/derlenmiş olan metinlerdir. İki binden fazla olan dharma-şastralardan tartışmasız en etkili olan, Manu Yasaları (Manu smriti) olarak bilinendir.


İnanç Esasları


Hinduizm’in tespit edilmiş, Hıristiyan credosu ya da İslâm’ın âmentüsüne benzer türden bir inanç sistemi/esasları yoktur. Ancak, yukarıda da kısmen zikrettiğimiz gibi Hinduizm’in ayırt edici özellikleri olduğu kabul edilen bir takım düşünceler ve inançlar vardır.


Dışarıdan biri, Hinduların 330 milyon tanrıya tapındığını öğrendiği zaman şaşırır. Bunların isimlerine dair hiçbir kayıt yoktur. Bu sayı, yüce güçlerin sayısının tasavvur edilemeyecek kadar yüksek olduğuna işaret eder. Sanskirtçe’de tanrı anlamına gelen deva ya da devata kelimeleri bütün yüce güçler ve Hindular tarafından “deva” sıfatıyla onurlandı- rılan önemli insanlar için serbest bir şekilde kullanılır. Deva, alışılmamış ve sıradan olmayan bir şey ifşa eden, güç ve etki uygulayan, faydalı ya da zararlı olan her şeydir. Vedalar 11 yeryüzüne, 11 göklere ve 11 de ikisi arasındaki havaya ait olan 33 tanrıdan söz eder. Agni (ateş), Sûrya (güneş) ve Uşas (şafak) devalar olarak zikredilir. Vedalar, yaratan ve kurtaran tanrı olarak öteki tanrıların üstüne yüceltilen, Aryan halkının güçlü koruyucusu olan Indra’ya yönelik ilahileri de içerirler ve “Indra tek olduğu halde o birçok isimle adlandırılır” şeklinde bir ifadeye yer verilir.


Upanişadlarda devalar arkaplana düşerler ve nihai hedef olarak görülene ulaşma hususunda artık önemli olarak görülmezler. Puranalar dönemi Hinduizm’inde bazı tanrılar, büyük şahsiyetler olarak öne çıkarlar: Brahma, Vişnu ve Şiva (trimurti). Bunların her biri, yaratma, muhafaza etme/koruma ve yok etme güçlerini temsil ederler. Bunlar, yalnızca evrenin varlığının devamı ve kendilerine tapınanların korunması için değil aynı zamanda, kurtuluşu sağlama hususunda büyük öneme sahip işvaralar (Rabbler) olarak da görülürler. Tanrılara ibadet (puja) Hindu dinin tamamlayıcı bir unsuru haline gelir. Tanrıların soy kütüğünün inşası ve onların farklı bedenlerle yeryüzüne inişleri (avatarlar) inacının gelişmesiyle tanrı ve tanrıçaların sayısı önemli ölçüde artar.


Hinduların çoğu ilahlardan birini işta devatâsı (kendi kişisel tanrısı) olarak seçer. Bu ilah onların dindarlığının ve ibadetinin odağı haline gelir. Farklı insanların farklı ilahlar seçmesi, benzersiz bir politeizm türü meydana getirir. Kendi tercihleri olan ilaha bağlılıkları devam ederken onların büyük bir kısmı kendi ilahlarının, nihai güç olan (Brahman) ın birçok tezahüründen biri ve gerçekte yalnızca tek Yüce Varlığın bulunduğuna, onun hakiki doğasını kavramanın da beşeri güçlerin ötesinde oluğuna kanidirler. Hintlilerin çoğunluğu yaratıcı, devam ettirici ve koruyucu olup, taleplerini ve dualarını kendisine yönelttiği tek bir Tanrıya ibadet edenlerden oluşur. Onlar genellikle, kendi tanrılarının bir tezahürü olarak kabul ettikleri öteki tanrılara da saygı gösterirler. Tabiatın ve kültürel fenomenlerin rehberi ve yönetici güçleri olarak birçok büyük devata için, Mantralar okurlar (Klaustermaier, 1999, s. 75).


Hinduizm’in diğer inançları olarak kabul edilebilcek olanlara gelince bunların en önemlilileri, kast sistemi, karma, samsara, reenkarnasyon (tenasüh/ruh göçü), mokşa şeklinde sıralanabilir.


Ortaçağ toplumları hiyeraraşik bir yapı arzetme bakımından özdeş olsalar da, onlardan hiçbiri Hindistan’daki kast sistemi kadar kadim ve katı bir yapı arzetmemekteydi. Kast, Portekizce “saf, temiz” anlamına gelen castadan türer. Hint toplum yapısının zamanı bilinmeyen bir andan beri devam eden dört kastı (çatur varna); Vedaların kutsal sözlerinin gözeticileri olan Brahminler, savaşçılar ve yöneticiler olan Kşatriyalar, çiftçiler, zenaatçılar, iş adamları olan Vaişyalar ve Hindu toplumunun temelini oluşturan yoksul iş- çiler, hizmetçiler ve köleler olan Şudralara ayrılmış yapısını ifade etmek için kullanılır. Bu ayırımı Rig-veda, tanrısal bir kökene götürür (puruşanın ağzından Brahminler, kollarından Kşatriyalar, kalçalarından Vaişyalar ve ayaklarından şudralar meydana geldiler) Rigveda’da yer almayan aynı toplumsal yapıyı ifade için Vedik literatürde kullanılan ve “renk” anlamına gelen varna kelimesi gözününde bulundurulduğunda bu ayırımın, Hindistan’a göç ve orayı fetheden Aryanların, koyu renkli yerlileri kendilerinden uzak tutmak maksadıyla ayrı bir grup olarak onları tanımlamasaylı vukuu bulduğu söylenebilir. Geldikleri yerde kendi aralarında zaten var olan üçlü ayırıma, bir dördüncüsünün eklenmesiyle mevcut Hint toplum yapısının temeli atılmış oldu. İki kez doğanlar diye de adlandırılan ilk üç kast asıldır ve dördüncüsü kast dışı olarak kabul edilir. Dördüncü kastı oluşturan “dokunulamazlar” (nihsprşya), Gandi tarafından “Tanrı halkı” (Hari-jan) ve son zamanlarda kendileri tarafından “bastırılmışlar” (dalits) diye adlandırılanlara yönelik ayırımları ortadan kaldırma hususundaki resmi çabalara ve bu kast mensupu birçok kişi önemli makamlara gelmiş olmasına rağmen fiili olarak hala varlığını devam ettirmektedir.


Kast sisteminin dini bir kökenle açıklanmaya çalışılmasının yanı sıra, insanların içine doğdukları kastları da dini gerekçelerle açıklanır. Bu durumları, onların geçmişte yaptıkları işlerin (karma) bir sonucudur. Kast dışı olanların orada bulunmaları geçmiş hayatlarında kötü işler yapmaları olduğu gibi, bir kişinin Brahmin ya da Kşatriya olarak doğması- nın sebebi de onun önceki hayatlarında iyi işler yapmış olmasıdır. Çünkü “iş, eylem, amel” anlamına gelen karma, aynı zamanda insanların yaşarken, belli bir amaç gözeterek iradi olarak yaptıkları eylemler kadar, söz konusu eylemlerin sonucu olarak yeniden bu dünyaya gelişlerinin hangi şekilde ve hangi toplum yapısı içinde olacağını belirleyen acımasız bir şekilde işleyen ahlaki bir yasa anlamına da gelir.


Bir eylemin/işin iyi ya da kötü oluşunu belirleyen, onun insanların içine doğdukları kastın gereklerini yerine getirip getirmemeleridir. İçinde bulunduğu kastın gereklerine yerine getirme, ona uygun davranışlarda bulunma iyi; onun gereklerine uygun olmayan zıt davranışlar ise kötüdür. Her bir kast/varna için neyin iyi neyin kötü olduğunu, aynı ve farklı kast/varnalara mensup olan kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini; hangi kastın hangi işte çalışacağını ya da çalışamayacağını belirleyenler Varna-dhrama-şastra olarak adlandırılan metinlerdir.


Hindular için ruh ölümsüzdür ve insanların eylemleri sonucu olarak sürekli bu dünyaya gidip gelen ölümsüz olduğu kabul edilen bu ruhtur. Ruhun, bedende olarak yaptığı işlerin sonucuna uygun olarak yeni bir bedende dünyaya gelmesine reenkarnasyon, bu sonsuz gidiş-geliş döngüsüne de samsara denir. Reenkarnasyona yönelik daha önceki metinlerde gizli bir takım imalar olduğu söylenmekle birlikte bu anlayışın ilk kez açık bir şekilde ortaya çıktığı yer Upanişadlardır. İnsanların ruhlarının sürekli olarak ölümden sonra yeni bedenlerle bu dünyaya gidip gelmeleri, onlar eylemde bulundukça kaçınılmaz olsa da, söz konusu ölüm ve yeniden doğum zincirinden kurtulmak mümkündür. Hem dini grupların hem de felsefi grupların hepsinin amacı insanları bu sonsuz ölüm-yeniden doğum zincirinden kurtarmanın yolunu bulmaya çalışmaktır. İnsanların öldükten sonra, ölüm-yeniden doğum döngüsünden kurtulmaları ve bir daha başka bir bedende yeniden bu dünyaya gelmemelerine, mokşa denir.


Hindu dini ve felsefi hareketlerin ortak hedefi mokşayı gerçekleştirmeye yönelik olup, İlk kez Bhagavat-gitada toplu olarak zikredilmiş olan üç yol vardır: Bunlar; Cnana-marga (bilgi yolu), karma-marga (amel, eylem yolu) ve bhakti-marga (aşk ile bağlanma yolu).


Birincisi, Tanrı Brahma hakkındaki cehaletin bir sonucu olarak, insanlar bu dünyanın birçokluk olduğunu (maya=yanılsama), müstakil bir ruhun (atman) bulunduğunu düşünürler. Bu da reenkarnasyona yol açar. Oysa Brahman’dan ayrı bir evren, ondan ayrı bir ruh yoktur. İnsanlar Brahman’dan ayrı hiçbir varlığın olmadığını tek gerçek varlığın o olduğunu, ruhun müstakil bir varlığı bulunmadığını anlayınca, Brahmanla bir olur bu gidiş geliş sona erer ve mokşa gerçekleşmiş olur.


İkinci yol olan karma-margaya gelince; karma ancak belli bir hedef gözetilerek yapılan eylemlerin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Belli bir hedef gözetilmeksizin yapılan işler ise karmaya sebep olmazlar. İşte insan, yaptıklarının sonucunda hiçbir şey hedeflemeksizin yalnızca kastının ve hayatının hangi safasında bulunuyorsa onun gereklerini yerine getirirse o zaman, bu yaptıkları karmaya yol açmayacaktır. Geçmişte birikmiş olan karmaların etkisi sona erince de mokşa gerçekleşecektir. Üçünçüsü ise, eylem yolunu kendini tanrıya adamayla birleştirenlerin yoludur. Bu üç yoldan birincisi, felsefecilerin, ikincisi sıradan Hinduların üçüncüsü de Hint mistiklerinin yolunu oluşturur.


İbadetleri


Hedefi manevi ilerlemeyle maddi ilerlemeyi sağlamak olan Hinduizm’deki ibadet (puja), ferdi bir tecrübe olduğu için daha çok bireysel bir faaliyettir; bu yüzden toplu ya da cemaat olarak ibadet, onun söz konusu doğasına yabancıdır. Mabet ibadeti zorunlu olmadığı için dindar Hindu, ibadet maksadıyla nadiren mabede gider.


Temelinde yer alan ortak hedefe rağmen, Hindu ibadetleri hem yapıldıkları zaman, yapıldıkları tanrı hem de yapılış amacı, yapanın mensup olduğu kast ve ibadetin yapıldığı ülkenin farklı bölgeleri bakımından önemli farklılıklar gösterirler. Her Hindu’nun yerine getirmekle yükümlü olduğu; tanrılara, görücülere (rşilere), atalara, küçük hayvanlara ve insanlığa takdime sunmaktan ibaret olan Hindu ibadeti; evde yapılanlar, mabette ve hususi vesilelerle yapılanlar olmak üzere ikiye ayrılabilir.


Evdeki ibadet, burada ibadet için ayrılmış bir oda ya da köşede yapılır. Bu mekân, se- çilmiş olan tanrının resimleri, onu sembolize ettiği genel olarak kabul edilen şeyler ya da heykellerinin bulunduğu, gelin telleri ve ışıklarla süslenmiş bir yerdir. İlk üç kasta mensup olan ve iki kez doğanlar olarak isimlendirilenler tarafından günde üç kez icra edilen gündelik ibadeti, genel olarak kadın yerine getirmekle yükümlüdür.


Sabah ibadeti zamanı, gün doğumundan yirmi dakika önce ve yirmi dakika sonradır. Bu zaman sınırının aşılması, kefareti gerektirir. Sabah ibadeti nehir kenarında ya da puja odasında yapılır. Dindar Hindu gün doğmadan önce kalkar, tanrının adını söylerken kısa bir duş alır, temiz elbiselerini giyer. Önünde durduğu tanrı heykelini yıkayarak, ona elbiseler giydirerek, süsleyerek, çiçekler, tütsüler, yiyecekler sunarak ve dua ederek ibadetini yerine getirir. Hindunun önünde dua ettiği, seçtiği tanrının heykeli tanrının bir temsilidir ve Tanrıya yapılan şeyin aynı şekilde ona da yapılması gerekir.


Öğle ibadeti, ögleden önce, güneş doğduktan sonra herhangi bir zamanda yapılabilir. Mümkünse ibadetten önce gurunun ziyaret edilmesi ve swami gibi uğurlu bir zata bakılması gerekir. İbadet evdeki puja odasında yapılır. İlah heykeli, uygun mantralar eşliğinde yağlanır ve sonra ilah üzerine derin tefekküre dalınır. Kendi tanrısı adına olmak üzere, törenin bir parçası olarak çiçek, tütsü, pişmiş ya da pişmemiş yiyecekler gibi takdimler sunulur ve ibadet sona erer.


Akşam ibadetinin zamanı gün batımından yirmi dört dakika önce ve yirmi dört dakika sonraki zamandır. Akşam ibadeti de, öğlendekine benzer ancak daha kısadır. Suyu yudumlar, kendisini suyla temizler. Batıya ya da kuzey doğuya yüzü dönük olarak oturur ve etrafına su serper. Gayatri mantrasını okur. Sonra tanrıyı dinlensin diye bırakır. Bunun arkasından kısa bir su takdimi, vedaların ilk üç cümlesinin tilaveti, güneşe su takdimi ve ayrılık mantrası okunur. Ancak bu törenden sonra, akşam yemeği yenir/yenebilir.


Kadınlar Vedik ibadeti yerine getirmezler ve onların kutsal mantraları okumalarına izin verilmez. Yalnızca, Mahayana ve Bhagavat-gitayı okuyabilirler. Şudralar Vedik mantraları okuyamazlar, yalnızca bazı Upanişadları, Mahabharata ve Puranalar onlara açıktır. Kadınlar yalnızca kocalarına yardım ederler; ibadet aletlerini temizler ve takdim edilecek yiyecekleri hazırlarlar. Çoğunlukla Krişna’nın olmak üzere kendilerine has bir heykelleri olur. Çocuklara, daha yaşlı insanların söyledikleri Râma, Hari ve Şiva’nın isimlerini tekrarlamaları öğretilir.


Veda döneminde zikredilmeyen mabetler, beşinci yüzyıldan itibaren Hinduizmin ayırt edici özelliklerinden biri haline geldi. Cemaatle ibadet yerine getirilmesi zorunlu bir faaliyet olmadığından Hindu mabetleri özellikle cemaatle ibadet maksadıyla bir araya gelmek için yapılmış yerler olmaktan daha ziyade, bireysel olarak kendisine tapınılan bir imgede (murti) mevcut olan tanrı için yapılan yerlerdir. Çeşitli şekilleri olmakla birlikte ana tarz, kuzey Hindistan’a özgü olan nâgara ve güney Hindistan’a has olan drâvida tarzlarıdır. Mabetlerle ilgili bütün ayrıntılır vatuşastraya dair metinlerde açıklanır. Bir köy ya da kasaba, ancak mabetle yaşanır, oturulabilir hale gelmiş olur (Klostermaier, 1999, s.183).


Mabetler farklı tanrılar için yapılmış, onlara adanmış olsa da buralardaki ibadetlerde ortak bir yapı takip edilir. Mabetlerdeki ibadetler din adamları tarafından icra edilir. İbadet tanrının törenle uyandırıldığı, gecenin son sekizinci kısmında başlar. Arkasından tanrı imgesi/heykeli yıkanır ve kendisine tapınılır. Öğlende ona pişirilmiş yiyecek takdim edilir. Bunu bir lamba töreni takip eder. Arkasından öğleden sonra geç vakitlere kadar dinlenmeye çekilir. Tekrar bir yağlanma ve süslenme töreni yapılır. Akşam da, ayrıntılı bir lamba töreni yapılır. Onun arkasından tanrıya yine yiyecek takdim edilir. Tanrının dinlenmek için çekilmesinden önce son bir tören daha yapılır.


Laikler özellikle akşamları, dinlenmeye çekilmeden önce tanrıyı kraliyet giysileri içinde lamba töreninde görmek için gelirler. Yanlarında takdim etmek için çiçekler, çelenkler, kokular ve pişirilmiş yiyecekler getirirler. Kali ibadeti dışında hayvan takdimeleri yapılmaz. Yalnızca güney Hindistan’ın kasaba tanrıları hayvan takdimlerini kabul ederler. Ziyaretçiler, mabede yakılmış lambalar temin ederler, kutsal metinler okuma ücretini karşılarlar; sağdan olmak üzere heykele doğru yürürler. Bir takım yeminlerini yerine getirmek ya da hususi bir teveccüh kazanmak için yüzükoyun yerlere uzanırlar/secdeye kapanırlar. Ayrıca kutsal müzik ve drama icrası için ücret ödemek de faziletli bir davranıştır (Parrinder, 1961,52).


“Annene Tanrı gibi, babana Tanrı gibi, hocana Tanrı gibi ve misafirine Tanrı gibi saygı göster” ifadesi ailenin önemini açıkça ortaya koyduğundan mabette değil de yalnızca evde yapılan ve aile ile ilgili törenler de vardır. Bunlar doğum, erginlenme (upayana), evlilik ve ölüm törenleridir. Her toplumda olduğu gibi Hindu ailesinde de bir çocuğun doğumu aile için büyük bir sevince vesile olan bir olaydır. Çocuğun doğum tarihi onun astrolojik olarak hayatının nasıl olacağı açısından önemlidir. Aile çocuk için isim olarak din adamı tarafından teklif edilenlerden birini seçer. Erkek çocukların saçları, daha önceki hayatlarındaki kötü karmanın kaldırılışının bir sembolü olarak yapılan bir törenle kesilir. Bu, çocuklar için özellikle de Brahmin ailesinden bir çocuk için önemli bir törendir. Bu törende, manevi üstadından (guru) dini eğitim almaya hazır oluşunun bir işareti olarak üç par- çadan oluşan kutsal bir atkı verilir. Bu sol omuzdan çapraz olarak sağ kalçadan sarkacak şekilde bağlanır. Bu üç parçanın zihnini, konuşmasını ve bedenini kontrol etmeyi; Brahma, Vişnu ve Şivayı vs. temsil ettiği kabul edilir. Aynı zamanda bu birincisi olan anneden doğmadan sonraki ikinci doğuş olarak kabul edilir .


Bir kimsenin kendisiyle ilgili yapılan son tören ölüm törenidir. Hidular, çocuklarınki dışındaki cesetlerin gömülmesi değil de, yakılması gerektiğini, çünkü arındırıcı bir özelli- ği olan ateşin tükettiği bedeni daha yüksek bir şekle dönüştürdüğüne inanırlar. Bhagavatgita bunu, insanın eski elbiselerini çıkarması ve yeni bir elbise giymesi şeklinde ifade eder (2.22). Ceset ölüm olayının gerçekleşmesinden sonra bekletilmeksizin bir nehir kenarına götürülür. Yıkanır, yeni elbiseler giydirilir, yüzü güneye dönük olarak yakılmak için hazırlanmış olan odun yığınlarının üzerine konulur. Yakma alanında yemek pişirilir, kötü ruhlara kovmak için Veda mantraları okunur ve ölü için yiyecek takdimi yapılır. En büyük oğlu ya da en yakın akrabası, sağ eli ölüye doğru olarak cesedin konulduğu yığın etrafında üç ya da yedi kez döner ve bu arada onu yakacağını ifade eden bir mantrayı okur ve sonra meşaleyle yığını tutuşturur. Yakma işlemi bittiğinde ateşe yedi odun parçası atılır. Ordaki herkes tarafından ateşin üzerine su dökülür. Yakma işlemi gündüz yapıldı ise güneş batıncaya, gece yapıldı ise, gün doğuncaya kadar orada kalınır. Sonra başlarında en genci olmak üzere eve dönerler. Cesedin yakılışının üçüncü ya da başka uygun bir günde ölünün külleri bir nehre, tercihen de Ganj nehrine atılır. Kalan kemikler ise, toplanır ya nehre atılır ya da gömülür. Onuncu günde, ölü için yapılmış pirinç toplarının ve sütün, genellikle büyük oğul tarafından takdim edildiği son bir tören yapılır.


Hinduların ortak kabulleri olan ruh, cesedin yakılmasından sonra varlığını devam ettirir. Bu dünyada iken kurtuluşu (mokşa) gerçekleştirmiş olanlar (jivan-mukti) öldükten sonra nihai kurtuluşu (videha-mukti) gerçekleştirenler. Zaman, mekân ve uzay zıtlıklarını aşarak ebedi, parlak ve nihai anlamda kurtulmuş olarak kendilerine has hakiki doğaları içinde varlıklarını devam ettirirler. Kurtuluşu gerçekleştiremeyenler ise, bu dünyada yaptıkları eylemlere uygun olarak ölümleri sonrasında varlıkları kabul edilen cennet ve cehenneme giderler. Burada bir müddet kaldıktan sonra karmalarına uygun bir bedenle yeniden dünyaya gelirler. Bu anlamda cennet ve cehennem nihai son olmaktan ziyade, samsaradaki ara duraklardır. Tanrılar yolu olarak adlandırılan yolu takip ederek, gündüzün, gecenin, yaşlılığın ve ölümün dolayısıyla da genedoğumun bulunmadığı; iyi ve kötü amelin bulunmadığı brahmaloka denilen yere ulaşanlar, ilk olarak zikrettiklerimiz gibi nihai kurtuluşu gerçekleştiren kişiler değildir. Burada gelişimlerini devam ettirirler. Sonunda kozmik yok oluşla nihai kurtuluşa ulaşırlar. Buradaki hayat da sonsuz bir hayat değildir. Brahmaloka, tezahür etmiş olan dünyanın en son sınırıdır. Yoksa amprik dünyanın ötesindeki sonsuzluk değildir. Onun da bir sonu vardır. (Aydın, s. 201-216)


Kutsal yerlere hac, Hinduizm’in her mezhebi tarafından icra edilen önemli ve kendisiyle dini tekâmüle doğru ilerlemenin gerçekleştirildiği bir araçtır. Puranalarda ve Mahabharata’da betimlenen bu yerlere hac, zihnin teselli edilmesi, dindarlığın tekâmülü, manevi yükselme ve günahların kefareti hususunda bir vasıta olarak kabul edilir. Hindistan’da özellikle kutsal olan yedi yer vardır. Bunların her biri ya tanrılardan ya da Hindu kutsal metinlerindeki kahramanlardan biriyle ilişkilidir. Mesela Mathura, Krişna’nın doğum yeridir, Ayodha Râma’nın krallığının bulunduğu yerdir. Hardwar, Ganj’ın doğduğu yer olup, Şiva linga ibadetinin büyük bir merkezidir. Bunlar için de en kutsal olan ise, Şivacılığın merkezi ve geçmiş zamanlardan günümüze kadar bir öğrenim merkezi olan Benarestir. Bu zikredilen yerlerden birine bir hac ziyareti yapılmaksızın Hindunun dini hayatı tam olmuş olmaz.


Mezhepleri


Hinduizm’deki mezhepler Kadim ve Modern Akımlar şeklinde ayrılarak işlenecektir. Bunlardan Kadim Akımlar başlığı altında saf dini akımlar ele alınacaktır. Bunlar içinden çıkan ve felsefi ağırlıklı okullara ise girilmeyecektir. İkinci ana başlık altında, daha ziyade modernizmin etkisinin bir sonucu olarak ortaya çıkan Hint dini akımları/grupları tanıtılacaktır.


Kadim Mezhepleri


Günümüz Hinduizm’i içinde de varlığını devam ettiren ancak ortaya çıkışları çok eskilere giden üç ana mezhep vardır: Şivacılık, Vişnuculuk ve Şaktizm. Şivacılık, tanrı Şiva üzerinde odaklanmayı ve ona yüce Varlık olarak tapınmayı ifade eder. Farklı teolojileri ve uygulamaları içeren Şivacılık, öteki Hindu geleneklerden daha çok asketik bir özellik gösterir. Yüce Varlık olarak kabul edilen Şiva’nın tarihi çok eskidir. Vedalarda Şiva’ya ya da onunla aynı tanrı olduğu kabul edilen Rudra’ya yönelik ilahiler bulunduğu gibi, daha önce de zikrettiğimiz gibi Indus Vadisi Medeniyeti’nin kalıntıları arasında bulunan mühür üzerindeki betimlemenin, genel olarak Şiva olduğu kabul edilir. Ancak Şiva kültü, Upanişadlar sonrası dönemde önemli bir kült olarak ortaya çıkar ve Şankara ve Kumarila gibi kişilerin faaliyetleriyle ortaçağda kuzey ve güney Hindistan’da önemli bir güç haline gelir.


Şivacılık kategorisi içinde, bir kısmı aile reisinin hayat tarzı bağlamında diğerleri ise, ölülerin yakıldıkları yerlerde yaşayan asketikler tarafından geliştirilen birçok alt gelenek yer alır. Şivacı olarak kabul edilen bütün bu ana ve alt grupların ortak özellikleri, evrende tek bir gerçekliğin var olduğu onun da Brahman olduğu, onun dışında kalan her şeyin hakiki bir gerçekliğinin bulunmadığı, yanılsamanın (maya) ürünü olduğu, kurtuluşa ulaşmanın bilgi yolu (cnana-marga) ve bu yolun yoga uygulamalarıyla kolaylaştırıldığını kabul ederler. Ortodoks olan Şivacıların bunlara ilave özelliklerine gelince; Vedalara saygı gösterirler, Vedalarda bulunan ritüelle ilgili arınma kurallarına riayet ederler. Oysa diğer Şivacı gruplar, heterodoks Şiva Tantralarına saygı gösterirler ve arınma kurallarına kar- şı çıkarlar. Şiva’ya bütün Hindu mabetlerinde onun kadın enerjisisi Şakti’yle birlikte ve Şiva’nın yaratıcı gücünü temsil eden ve “fallik” şekli olan linga olarak ibadet edilir. Şivacı- lar Vişnuculardan, alınlarının ortasına koydukları üç yatay işaretle ayrılırlar.


Şivacılıktan daha az asketik olma eğiliminde olan Vişnu ve onun avatarları özellikle de Krişna ve Rama üzerinde odaklanan, şahsiyeti olan tek bir Tanrıya (Vişnu, Rama, Krişna) ibadeti, özgeci bağlılığı (bhakti) ve Tanrı’nın inayeti vasıtasıyla kurtuluşu vurgulayan Viş- nuculuk, Hinduizm’in önemli ikinci büyük dini geleneğidir. Vedalar’da Vişnu’ya yönelik ilahiler bulunsa da, Upanişadlar sonrası döneme kadar (mö. 5-4 yüzyıl) gelişmemiştir ve Vedanta teolojisi ve Tamil şairleri (Alvarlar) arasında bir sentez gerçekleştirdiği ortaçağda hâkimiyetini pekiştirmiştir. Ancak içinde bazı ayrılıklar da yaşanmış ve bu ayrılıkların sonucu olarak da bazı mezheplere (sampradayas) ayrılmıştır. Bunlar, Ramanuca’nın başı olduğu Şri-sampradya, Madhva’nın Brahma-sampradya ve Nimbarka’nın Sanaka-sampradyası ve Vallabha’nın Rudra-sampradyasıdır. Söz konusu kişiler aynı zamanda, Vişnucuların yetiştirdiği en önemli teologları ve felsefi okul sahibi düşünürleridir. Geç ortaçağda Hinduizm İslâm’la, sonuçları Kebir, Nanan vs.nin öğretileri olan bereketli bir etkileşim gerçekleştirdi.


İnsanlara karşı merhametli olan Vişnu, yüryüzünde zulüm, adaletsizlik arttığında ve tabii ve sosyal düzende karışıklıklar ortaya çıktığında bunları düzeltmek maksadıyla, insan ve hayvan bedenlerinden oluşan farklı bedenlerde tecessüt ederek (avatar) yeryüzüne iner. Bunlardan en tanınmış olanlar, Rama ve Krişna’dır. Vişnu aynı zamanda Hindu teslis anlayışını oluşturan üç önemli tanrıdan biridir: Brahma, Vişnu ve Şiva (trimurti/üç bi- çim). Brahman’nın yarattığı evreni sürdürme görevi olsa da, Vişnucular tarafından Vişnu, diğer ikisinin görevi olan yaratmaya ve yok etmeye de kâdir olarak kabul edilir. Öğretilerinde yerel dili kullanan ve kast karşıtı olup eşitlikçi bir yapı arzeden Vişnucular, en Yüce tanrı olarak kabul ettikleri Vişnu’ya tapınmanın yanı sıra kendi edebi ürünleri olan Bhagavat-gitayı okumak da dini ibadetlerinin önemli bir parçasını oluşturur. Vişnucuların ayırt edici işaretleri, alınlarının ortasına yerleştirdikleri dikey çizgilerdir.


Üçüncü büyük dini gelenek olan Şaktizm, “güç” yani Tanrı’nın yaratıcı gücü anlamına gelen şaktiden türer. Bu gücün genellikle dişil olduğu kabul edilir ve mitsel olarak tanrıların eşleri aracılığıyla temsil edildiği düşünülür. Hinduzim’de özellikle Assam ve Bengal’da yaygın olan, nihai gerçekliğin dişil tezühürleri tapınımına verilen isimdir. Şakti, Tanrı’nın adeta maddeleşen ve kendi dışında varlık kazanan yaratıcı gücüdür. Zamanla tanrı belirsizleşir ve Şakti önplana çıkar. Tanrı ezeli uykusundadır; onu harakete geçiren ve yaratan Şakti’dir. Bu yüzden Tanrıya değil Şaktiye dua edilir. Şaktiyi daha cazip hale getiren bir başka şey de, insanın kadına karşı duyduğu sonsuz hayranlıktır. En seçkin kültler, Şiva’nın dinamik muadili olan Durga ve Kali kültleridir.


Modern Dini Akımları


Müslümanların uzun süreli Hindistan hâkimiyetleri (1211-1526 Delhi Sultanlığı ve 1526- 1757 Moğol imparatorluğu), Hint kültürü üzerinde silinmez bir iz bıraktı. Ancak din olarak Hinduizm hâkim olmayı sürdürmüş olsa da, iki din arasında yaşanan kültürel etkile- şim eklektik şahısların (Kebir gibi) ve hareketlerin (Sihizm gibi) ortaya çıkmasına yol açtı. Fakat İngilizlerin Hindistan’daki yönetimleriyle başlayan modern dönem, Hinduizm tarihinde, daha önemli bir dönem oldu. 1805’de İngiltere Hindistan’daki hâkim güç haline geldiğinde, Hint hayat anlayışı önceki dönemlerden farklı bir meydan okumayla karşı karşıya olduğunu hissetmeye başladı. Ancak söz konusu meydan okuma Avrupalının dininden daha ziyade, İngiliz eğitim sistemi ve onun girmesini sağladığı Avrupa düşüncesinden gelmekteydi. Bu etki daha önce Kalküta ve Bombay civarında İngiliz yönetimiyle olan temastan ve on dokuzuncu yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren vardı. Bütün on dokuzuncu yüzyıl boyunca devam eden bu etki süreci, Hindistan’da üç tür tepkiye yol açtı.


İlk tepki, İngiliz etkisinin güçlü olduğu, özellikle Bengal’da küçük bir İngiliz azınlık tarafından Avrupai liberal değerler ve rasyonalizme tam bir teslimiyetle aşikâr hale geldi. Bu hareketin başlatıcısı, bir brahmin ailesine mensup olan Bengalli Rom Mohan Roy (1774- 1833) idi. Arapça, Farsça ve sonra Sanskritçe çalışan Roy, Doğu Hindistan Şirketinde gelinebilecek en yüksek mevkiiye ulaştı. Emekli olduktan sonra Kalküta’da İngiliz eğitimi veren bir okul açtı. Dini inanç olarak unitaryanizme yakın olan Roy, 1827’de ilk adı İngiliz Hindistan Uniteryen Cemiyeti olan Brahmo Samaj adlı derneği kurdu (1828). Roy, Upanişadlar ve Brahma-Sutra’da bulunduğunu düşündüğü ahlaki tek tanrıcılığı savundu, tanrı ve tanrıçalara ibadeti yasakladı. Sati (kadının ölen eşiyle birlikte yakılması uygulaması), çocuk yaşta evlilik, kast karşıtı olmayı ve kadınların eğitimini savundu. Bu düşünceler, sonraki iki başkan Devandranath Tagore (1817-1905) ve Keshap Candar (1838-1884) tarafından sürdürüldü. Ancak Brahma Samaj hiçbir şekilde bir halk hareketi olamadı. Erken dönem on dokuzuncu yüzyıl Avrupasının liberal ve bireyci bakışı açısının etkisi altında kalmış olan kişilerin bir araya geldikleri cemiyet olarak kaldı.


Hindistan’ın farklı bir yerinde, Bombay civarında başka bir hareket ortaya çıktı. Bu 1875’de Swami Dayananda (1824-1883) tarafından kurulan Arya Samaj hareketiydi. İsminin de ifade ettiği gibi kuruluş gerekçesi, Aryan Veda dinini eski asli haline döndürmek ve Vedalar sonrası vukuu bulan bütün gelişmeleri reddetmekti. Roy’unkinden farklı olarak bu hareket Hinduizm’in bir reforma ihtiyacı olduğunu kabul etmekle birlikte, bu reformun ilhamını batıdan değil Vedalardan alması gerektiğini vurgulamaktaydı. Dayananda, pupteresliğin, dokunulmazlığın, çocuk yaşta evliliğin ve Hinduizm’in öteki bozulmuş özelliklerinin Vedalarda bulunmadığını savunmaktaydı. Ayrıca Vedaların yalnızca brahmanlar tarafından değil kadınlar tarafından da okunması gerektiğini iddia etmekteydi. Arya Samaj, kurucusunun ölümünden sonra, kendi kaynaklarına müracaat etmek isteyen reformcular için model olmayı sürdürdü. İngiliz yönetimine yönelik rahatsızlıkların oldu- ğu bir dönemde ortaya çıkan bu hareket, Bal Gangadhar Tilak (1856-1920) ile ilişkilendirilen militan Hinduizm’e yol açtı (Ling, s. 369).


Batı siyasi hâkimiyetinin ve kültürel değerleri karşısında ortaya çıkan eklektik ve savunmacı söz konusu hareketlerden olsalar da, kökü Hindu geçmişinde olan bir takım dini ihya hereketleri de vardır. Bunlardan en önemlilerinden biri Bengalli mistik, Vedanta monizmini savunan bir keşiş tarafından erginlendikten sonra Ramakrişna adını alan, bir brahmanın oğlu olan Gandhadhar Chatterji’dir. (1836-86). Manevi arayışı sırasında, bir- çok farklı okula mensup gurudan eğitim gören Ramakrişna, nihai olarak bütün dinlerin aynı hedefe giden farklı yollar olduğunu kabul etti. Onun bu görüşü, vefatından sonra 1897’de en yetenekli talebesi Vivekananda tarafından kurulan Ramakrişna Misyonu hareketinin temel özelliklerinden biri oldu. Evrensel Hinduizm olarak adlandırılabilecek olan bu yaklaşım, çokluğun temelinde yer alan birlik ve bütün formüle edilmiş olan inanç esaslarının izafi olduğu şeklindeki Hindu kabullerinin bir ifadesidir. Vivekananda’nın 1893’de Şikago’daki Dinler Parlementosu’na taşıdığı bu düşüncedir.


Hinduizm’in çağdaş hikâyesi ve reform, adaptasyon, yeniden değerlendirme ve saldırgan yeniden tasdiğin tedricen ortaya çıkışı Yeni Hinduizm olarak adlandırılır. B. C. Chatterjee (1838-1898), Aurobindo Ghose (1872-1950), Tagore (1861-1941) gibi kişiler bu döneme ait kişilerdir. Ancak bunlardan hiçbiri, M. K. Gandhi (1869-1948) kadar Yeni Hinduizm’in tam bir temsilcisi değildir. Londra’da hukuk okuyup Kuzey Afrika’da yirmi yıldan fazla bir süre dava vekilliği ve gazete editörlüğü yaptıktan sonra 1915’de Hindistan’a döndü. Bhagavat-gitayı dini ideallerinin ve değerlerinin en büyük kaynağı olarak kabul etti. Ancak onu, Yeni Ahit, Tolstoy ve Ruskin’in etkisiyle yorumladı. Hindistan’ın batıyla teması yüzünden bozulduğunu gösterecek bir şekilde, dönüşü sonrasında köylü elbisesi giydi ve sade bir yaşam sürdü. Kendisini dokunulmazlar (ana kastların dışında bırakılan şudralar) meselesine adadı. Hindistan’ın bağımsızlığı mücadalesini Cayinizm’den aldığı ahimsa doktrini bağlamında yürüttü. Gandhi tartışmasız Hindistan’ın ahlaki lideridir. Halk nezdinde, bir aziz, dünyanın kötülüklerine son vermek için gelmiş Tanrının bir enkarnasyonu idi (Ling, 373).


Diğer Dinlere Bakışları


Klasik dönem Hindu düşünürleri Şankara ve Kumarila Hinduzim’i tamamen dışlayıcı bir tarzda yorumlamış; Hinduizm’den kaynaklanmakla birlikte müstakil birer din haline gelmiş olan Budizm ve Cayinizm gibi hareketleri yanlış olarak kabul etmişlerdir. Hatta Şankara, kurtuluş bakımından yalnızca cnana-marganın esas olduğu onun dışında kalanların cehaletten kaynaklanan tercihler ve yanlış olduğunu söyler. Modern dönemde Ramakrişna inanç sistemleri, ibadet şekilleri farklı olmakla birlikte bütün dinlerin ortak hedefinin Tanrının idrak edilmesi olduğu, şeklinde çoğulcu bir yaklaşım ortaya koyar. Swami Vivekananda’ya göre bütün dinler, insan ruhunu tanrıya götüren basamaklardır. Onların her biri, insanın çocukluktan gençliğe, gençlikten yaşlılığa geçişi gibidirler. Yani her bir basamak, geçici bir fonksiyon icra eder. Vivekananda’nın yaklaşımı her ne kadar çoğulcu bir yaklaşım gibi görünüyorsa da, nihai olarak dinlerin daha üst bir düşünceye götüren basamaklar olması bakımından bir değerleri vardır, bu yüzden de her basamağın bizatihi bir değer olduğu iddiasında bulunması yanlıştır.


Hindistan’ın modern dönemde yetiştirdiği en önemli şahsiyetlerden biri olan Mahatma Gandhi, başlangıçta Hinduizm’i en hoşgörülü, bütün dinlerdeki doğruluğu ve hakikati kabul eden bir din olarak görürken yani, Hinduizm’e diğer dinlerden daha üst bir yer verirken daha sonraları, bütün dinlerin eşitliğini öne çıkarmaya çalışır. Bunun sonucu olarak da, “dinlerin aynı ağacın dalları” olduğu benzetmesini kullanmaya başlar. Bununla da, dinlerin köken ve öz itibariyle aynı olduklarını ifade etmeye çalışır.


Aydın, F. (2006), Hint Dini Düşüncesinde İnsanın Özgürlük Arayışı, İstanbul. Cole, W. O. (1996), Six World Faiths, Cassell Publishers Limited, London. Couliana, I. P. (1997), Mircae Eliade (t.y). Dinler Tarihi Sözlüğü, çev. Ali Erbaş, İstanbul. Dendekar, R. N. (1971), “Hinduism”, J. Bleeker and Geo Widengren (ed.), Historia Religionum: Religions of the present, E. J. Brill, Leiden. Hiriyanna, M. (2005), Outlines of Indian Philosophy, Delhi 2005. Jaini, P. S. (1979). The Jaina Path of Purification, Delhi. Klostermaier, K. K. (1994), A Survey of Hinduism, Albany. Klostermaier, K. K. (1998), A Short Introduction to Hinduism, Oxford. Klostermaier, K. K. (1999), A Concise Encyclopedia of Hindusm, Oxford. Kulke, H.-D. R. (2001), Hindistan Tarihi, çev. Müfit Günay, Ankara. Parrinder, G. (1961), Worship in the world Religions, London. Raghavan, V. (1974), “Hinduism”, İsma’îl Râgi al Farûqî (ed.), Historical Atlas of the Religions of the World, New York. Weightman, S. (1991), “Hinduism”, John R. Hinnels (ed.), A Handbook of Living Religions, London.



Giriş to leave a comment